9 Ekim 2011 Pazar

kalbim'e...
Bir melek işliyor adını duyunca bir dantel gibi kalbimi, hissediyorum kaderimin üzerinde gezinen parmak uçlarını, bir kum parçası karışımı deniz ve uzakta bir yerde… Ve  kalbin değiyor avuçlarıma, beni bırakma…
Bir gün koşarak içeri girdim bir kapıdan, beni bilirsin hep acelem vardır bir yerlere. O gün koşarak girdiğim kapının ardında senin olduğu bilseydim daha hızlı koşardım. Seni gördüğüm günden beri içimden bir gemi geçiyor bütün karanlıkları yara yara… Demiştim sana bizim aşkımızın rengi mavi diye, evet sadece mavi bizi anlatabilir. Derin, sonsuz, berrak, duru, sonu görünmeyen ama sonuna hiç ulaşmak istemediğim, güneşin battığı, yakamozların sahile vurduğu… Sen benim okyanusumsun, kendimi özgür hissettiğim, istediğim her yere benimle gelebilecek bir avuç su. İçinde her baktığım başka şeyler gördüğüm, bütün bedenimi çepeçevre saran, yüzmekten yorulsam da bir gün boğulmayı göze aldığım bir okyanus.
Sadece bana özel. Ellerini, yüzünü, gözlerini, tenindeki her zerreyi beleğime tek tek işlediğim bir adam. Benden başka kimsenin göremeyeceği bir büyü bu, bütün sözcükleri aynı anda söylemek istediğim ama konuşamadığım bir büyü. Kalbine dokunabileceğim kadar şeffaf, bütün fırtınalarda göğsünde saklanabileceğim kadar sert bir adam. Görmediğimde bir parçası eksik bir yapboz gibi yalnız, döktüğüm bütün yaşların halatlar gibi ördüğü bir aşkın esas oğlanı.
İyi günde kötü günde derler ya bizim sustuğumuz zamanlarda Tanrı konuştu bizim yerimize. Çok kısa zamanlarda çok uzun acılar, mutluluklar paylaştık, anlamadan. Bu yüzden yazıyorum okyanusum, sırf bu yüzden hiçbir şey canımızı yakmasın diye, bizi yakabilecek her şeyi bir bakışta unutabildiğimizi hep hatırlayalım diye.  Gece uyuyamadığımda biliyorum sende uyuyamıyorsun, içimi bir sıkıntı kapladığında sadece sen oluyorsun aklımda, mutlu olduğunda yerimde duramıyorum ve ne zaman uyusam kollarının arasında her gözümü açtığımda hep aynı duayı ediyorum.
Cümlelerin anlamları değişti ne zamandır, cümleler mavi gökyüzü gibi. Anlamları gizli benim ve kalbim arasında…
Bir masal yazıyorum, öyle bir masal ki bu çocuk gibi uyuturum seni göğsümde ve aynı rüyayı görürüz seninle bir daha hiç uyanmamacasına…
Seni seviyorum…

SON'SUZ MASAL

Prensesler, beyaz atlı prensler, kötü cadılar, cinler, büyüler, şekerden evler ve her zaman yakut kalpler…
Bu kadar prenses içinde bir tek o, çocukluğumdan bu yana tek kahramanım oldu.
Pamuk prenses…
Çünkü o;
Annesinin kızıydı hep, annesinin istediği gibi,
Siyah saçları ve kahverengi gözleri vardı diğer prenseslere inat yani benden farklı ya da sizden farklı değildi,
Hiçbir zaman incecik olmadı, hep biraz dolgundu,
Babasının yeni kraliçesine öfke beslemedi hiç, hiç hesapta sormadı masalın herhangi bir repliğinde,
Kötü cadı bile içten içe sevdi onu eminim ama cadıydı işte, bir aynanın yansımasıydı en iyi arkadaşı ve prenses, hiçbir aynaya cevabını bilmediği sorularda sormadı,
Bir bakışı ve masumiyetiyle bir ölümü durdurdu avcı yüreğinde,
7 tane erkeğin; yemeğini yaptı, bulaşığını, çamaşırını yıkadı, onları eğlendirdi, ilgilendi, sevgilerini kazandı, her kadın gibi
Prense hiç yakın olmadı belki ama kendini unutturmayacak kadar da güzeldi ve hep özeldi,
İyi niyetini hiç kaybetmedi, yaşlı kadının uzattığı elmayı iştahla değil nezaketle kabul etti,
Yeryüzünde olması lazımdı camdan tabutun içinde ve nefes almasa da bir öpücüğü dünyaya bedeldi ve aşkın öpücüğü ona can verdi…
Benim için pamuk prenses inandığım bir ben, benim içimde ve mutlu bütün sonlara bir başlangıç hayatımda. Uyuyamadığım zamanlarda koyun saymaktan çok masalları canlandırırdım gözbebeklerimde. Hep aynı masal vardı aklımda, hala aynı masalı yaşıyorum.
Aşkın öpücüğüyle uyanmak bir uykundan ve gözlerimi kan kırmızı bir elmanın büyüsüyle kapamak. Camdan bir yatakta beklemek sonları, bir okun ucunda eğilmeyecek kadar güçlü, kabullenecek kadar masum olmak. Birine ihtiyaç duymadan yalnızda ayağa kalkabilmek. Kendi mutlu sonumu yazmak…
Pamuk prenses, sandığımdaki hikaye kitaplarım arasında tozlanmadan, mutlu sonuna doğru beyaz bir atın üstünde ilerlerken; bende kendi masalımın içinde büyüyorum. Masallar mutlu sonla bitmez hiçbir zaman, masallar son’suz hep.

KIZARMIŞ EKMEK

Yemek konusunda ne düşünürsünüz bilmiyorum ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı…
Kocaman bir masa düşünün şimdi. Sevdiğiniz herkesi yerleştirin, tertemiz masa örtüsünün etrafına. Herkes orada ama sevdiğiniz herkes. Kocaman bir güneş koyun gökyüzüne, tam şemsiyenin üstünde dursun bir de hafif bir rüzgar.  Hani sonbahar gelirken eser ya tatlı tatlı, sabahları esen seher yeli gibi öyle işte. 
Yumurtaları kırın bir yandan kızartın ekmekleri. Peynirler, zeytinler, anneanne kokan reçeller… Gökkuşağı gibi donatın masanın üstünü. Kurulun en başa…
Baksanıza etrafınıza nasıl mutlu herkes. Sahte ışıklar yok güneşin yanında. Nasıl bir iştahla bakıyor herkes masaya ve nasıl teşekkür ediyorlar gözleriyle size. Nasıl kalabalık etrafınız. Hissedin, bu kez yalnız değilsiniz o kalabalıklar içinde.
Sevdiğiniz adam getirse kahvaltınızı yatağınıza ya da zamanı olmasa bir sandviç yapsa size ama ekmeğin içini çıkarsa… Muhteşem geçmez mi gününüz?
Sevdiğiniz kadın bir sabah sizden erken uyanıp sırf siz seviyorsunuz en sevdiğiniz böreği yapsa; gülümsemez misiniz bütün gün?
Çocuğunuz odanıza girip öperek uyandırıp sizi, boyunun tezgaha yettiği kadar hazırladığı kahvaltıyı sunsa size; dolmaz mı gözleriniz mutluluktan?
Sizi bilmem ama ben ekmek kokusunu hiçbir yemek kokusuna değişmem. Ben küçükken büyük anneannem daha biz Beypazar’ a gitmeden başlardı yemek yapmaya. Gelin geldiği konağın en alt katındaki fırın, biz gelince durmadan yanardı. Sabahları anneanne kokan çarşafların kokusunun yerini ekmek kokusu alırdı. Bazlamalar, börekler daha neler neler. Sevdiğim herkes yer sofrasının başında, nasıl bir iştahla hem konuşup hem yerdik.
Fırınların önünden geçerken bile yavaşlatırım hala adımlarımı, sıcak ekmek alabilmek için erken kalkarım, akşam eve dönerken şans eseri ekmek sıcaksa koşarak eve giderim soğumasın diye…
Evlere yakın fırınlar yok artık, sepetler ekmek getirilmiyor da kapıların önüne siz en iyisi kızartın ekmekleri. Kızartın ekmekleri ki o harika koku sarsın sofranızı mutlu yapın kahvaltılarınız.

ÇIPLAK AYAKLAR

Günlerdir dönüp duruyorum evin içinde. İçimde bir sıkıntı bir boşluk… Bir şey eksik diyorum bir şey eksik. Üstümde bir alınganlık, bir huysuzluk. Peşime sinek takılsa bu sinek beni takip ediyor diye başlıyorum ağlamaya. Aynaya bakıp duruyorum, bir şey mi olmuş bana da ruhum bedenimden kaçmak istiyor. Neyin var sorularına hep aynı cevabı verir oldum, bir bilsem…
Sonra kafamı kaldırdım gökyüzüne ve başımı ne zamandır uzatmadığımı fark ettim mavilere. Çıkardım ayakkabılarımı çimlerin canını yakmadan yürümeye çalıştım. Toprak hoş geldin dedi sanki nerelerdeydin şimdiye kadar. İş, güç, koşturma, rekabet, inat, sıkıntı, kuruntu, faturalar, kitaplar, zorunluluklar, insanlar, önyargılar… Sus dedi toprak çıplak ayaklarınla özgürsün şimdi, ruhunu da çıkar şu kaptan çıplak bassın hayatın üstüne. Bak dedi etrafına, şu güneş dediğin şey parıldarken yukarda hangi karanlık gelebilir yanına ya da şu maviyi hangi bulut kapatabilir tamamen?  Bak benimle büyüyor ağaçlar ve ölüp gidiyorlar her kış ama ben inatla sabırla yine büyütüyorum onları. Onlar benim umutlarım, hayallerim onlar beni ben yapan her şey. Çiçekler işin eğlencesi baksana şunlara; rengarenk, gülümser gibi, rüzgarla sarhoş oluyorlar, şarkı söylüyorlar. Buz kesseler de soğuktan, tomurcuk veriyorlar yılmadan. Küsmüyorlar, bak şunlara sevdiğini affeder gibi affediyorlar koparılmayı eğer takılacaklarsa bir dilberin saçlarının arasına… Gülümsedim. Haklıydı toprak benim suçumdu baktığım şeyleri görmemek ve inanmak beşeri saçmalıklara. Küçük bir ekrandan bakmak dünyaya ve perdelerimi kapatmak güneş döndüğünde benden yana…
Giymedim ayakkabılarımı. Toprağa tekrar geleceğimi söyledim teşekkür ettim tekrar tekrar. Başladım yürümeye, başım gökyüzünde gözlerim maviliklerin içinde. Güneş dedi ki; ışığımı gönderiyorum herkese ama bakmıyor kimse bana. Şu kara gözlüklerini çıkarmıyorlar bir türlü hem korkuyorlar karanlıktan hem de aydınlıkta bile kapkara bakıyorlar etrafa. Yüzlerine bak dedi yüzlerine; neden gülmüyor kimse? İş, güç, koşturma, rekabet, inat, sıkıntı, kuruntu, faturalar, kitaplar, zorunluluklar, insanlar, önyargılar… Sus dedi güneş sus ilizyon değil mi bunlar. Beşeri ilizyonlar… Bir kere geliyorsunuz hayata ve tek marifetiniz yaşamak, peki neden ölmeden anlamıyorsunuz bunu? Neden sevmiyorsunuz kimseyi hatta en başta kendinizi? Boyunuzla, kilonuzla, yüzünüzle uğraşıyorsunuz, küçük sorunları büyük mutluluklara eş tutuyorsunuz? Sen dedi sen neden sevmiyorsun bu dünyayı, kendini? Ben dedim seviyorum aslında ama bazen çok yoruluyorum, bazen çok acıyor canım içim sıkılıyor. Güvenimi kaybediyorum insanlara, kimseleri sevemiyorum, sevildiğimi fark edemiyorum… Bak ne güzel kendi ağızınla söylüyorsun dedi nerde yanlış yaptığını. Biliyorsun, yüzleşiyorsun gerçekle, kabul et her şeyi ve başla en baştan. Neden koşuyorsun sonunu bilmediğin bu yolda, seni sevenlerin varlığını neden sorguluyorsun, sen neden nefesini tutuyorsun? Büyüdükçe küçülsün gözbebeklerin. Bebekleri gördükleri her şeyi mucize sanırlar ve haklılar, baktığın değil gördüğün her şey mucize. Kalbine inan, rahat bırak onu, gülümse…
Gülümseyerek başladım yürümeye. İnsanlara baktım, yüzlerine tam gözlerinin içine; onlarda bana baktı ama gözlerime değil çıplak ayaklarıma.