9 Ekim 2011 Pazar

kalbim'e...
Bir melek işliyor adını duyunca bir dantel gibi kalbimi, hissediyorum kaderimin üzerinde gezinen parmak uçlarını, bir kum parçası karışımı deniz ve uzakta bir yerde… Ve  kalbin değiyor avuçlarıma, beni bırakma…
Bir gün koşarak içeri girdim bir kapıdan, beni bilirsin hep acelem vardır bir yerlere. O gün koşarak girdiğim kapının ardında senin olduğu bilseydim daha hızlı koşardım. Seni gördüğüm günden beri içimden bir gemi geçiyor bütün karanlıkları yara yara… Demiştim sana bizim aşkımızın rengi mavi diye, evet sadece mavi bizi anlatabilir. Derin, sonsuz, berrak, duru, sonu görünmeyen ama sonuna hiç ulaşmak istemediğim, güneşin battığı, yakamozların sahile vurduğu… Sen benim okyanusumsun, kendimi özgür hissettiğim, istediğim her yere benimle gelebilecek bir avuç su. İçinde her baktığım başka şeyler gördüğüm, bütün bedenimi çepeçevre saran, yüzmekten yorulsam da bir gün boğulmayı göze aldığım bir okyanus.
Sadece bana özel. Ellerini, yüzünü, gözlerini, tenindeki her zerreyi beleğime tek tek işlediğim bir adam. Benden başka kimsenin göremeyeceği bir büyü bu, bütün sözcükleri aynı anda söylemek istediğim ama konuşamadığım bir büyü. Kalbine dokunabileceğim kadar şeffaf, bütün fırtınalarda göğsünde saklanabileceğim kadar sert bir adam. Görmediğimde bir parçası eksik bir yapboz gibi yalnız, döktüğüm bütün yaşların halatlar gibi ördüğü bir aşkın esas oğlanı.
İyi günde kötü günde derler ya bizim sustuğumuz zamanlarda Tanrı konuştu bizim yerimize. Çok kısa zamanlarda çok uzun acılar, mutluluklar paylaştık, anlamadan. Bu yüzden yazıyorum okyanusum, sırf bu yüzden hiçbir şey canımızı yakmasın diye, bizi yakabilecek her şeyi bir bakışta unutabildiğimizi hep hatırlayalım diye.  Gece uyuyamadığımda biliyorum sende uyuyamıyorsun, içimi bir sıkıntı kapladığında sadece sen oluyorsun aklımda, mutlu olduğunda yerimde duramıyorum ve ne zaman uyusam kollarının arasında her gözümü açtığımda hep aynı duayı ediyorum.
Cümlelerin anlamları değişti ne zamandır, cümleler mavi gökyüzü gibi. Anlamları gizli benim ve kalbim arasında…
Bir masal yazıyorum, öyle bir masal ki bu çocuk gibi uyuturum seni göğsümde ve aynı rüyayı görürüz seninle bir daha hiç uyanmamacasına…
Seni seviyorum…

SON'SUZ MASAL

Prensesler, beyaz atlı prensler, kötü cadılar, cinler, büyüler, şekerden evler ve her zaman yakut kalpler…
Bu kadar prenses içinde bir tek o, çocukluğumdan bu yana tek kahramanım oldu.
Pamuk prenses…
Çünkü o;
Annesinin kızıydı hep, annesinin istediği gibi,
Siyah saçları ve kahverengi gözleri vardı diğer prenseslere inat yani benden farklı ya da sizden farklı değildi,
Hiçbir zaman incecik olmadı, hep biraz dolgundu,
Babasının yeni kraliçesine öfke beslemedi hiç, hiç hesapta sormadı masalın herhangi bir repliğinde,
Kötü cadı bile içten içe sevdi onu eminim ama cadıydı işte, bir aynanın yansımasıydı en iyi arkadaşı ve prenses, hiçbir aynaya cevabını bilmediği sorularda sormadı,
Bir bakışı ve masumiyetiyle bir ölümü durdurdu avcı yüreğinde,
7 tane erkeğin; yemeğini yaptı, bulaşığını, çamaşırını yıkadı, onları eğlendirdi, ilgilendi, sevgilerini kazandı, her kadın gibi
Prense hiç yakın olmadı belki ama kendini unutturmayacak kadar da güzeldi ve hep özeldi,
İyi niyetini hiç kaybetmedi, yaşlı kadının uzattığı elmayı iştahla değil nezaketle kabul etti,
Yeryüzünde olması lazımdı camdan tabutun içinde ve nefes almasa da bir öpücüğü dünyaya bedeldi ve aşkın öpücüğü ona can verdi…
Benim için pamuk prenses inandığım bir ben, benim içimde ve mutlu bütün sonlara bir başlangıç hayatımda. Uyuyamadığım zamanlarda koyun saymaktan çok masalları canlandırırdım gözbebeklerimde. Hep aynı masal vardı aklımda, hala aynı masalı yaşıyorum.
Aşkın öpücüğüyle uyanmak bir uykundan ve gözlerimi kan kırmızı bir elmanın büyüsüyle kapamak. Camdan bir yatakta beklemek sonları, bir okun ucunda eğilmeyecek kadar güçlü, kabullenecek kadar masum olmak. Birine ihtiyaç duymadan yalnızda ayağa kalkabilmek. Kendi mutlu sonumu yazmak…
Pamuk prenses, sandığımdaki hikaye kitaplarım arasında tozlanmadan, mutlu sonuna doğru beyaz bir atın üstünde ilerlerken; bende kendi masalımın içinde büyüyorum. Masallar mutlu sonla bitmez hiçbir zaman, masallar son’suz hep.

KIZARMIŞ EKMEK

Yemek konusunda ne düşünürsünüz bilmiyorum ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı…
Kocaman bir masa düşünün şimdi. Sevdiğiniz herkesi yerleştirin, tertemiz masa örtüsünün etrafına. Herkes orada ama sevdiğiniz herkes. Kocaman bir güneş koyun gökyüzüne, tam şemsiyenin üstünde dursun bir de hafif bir rüzgar.  Hani sonbahar gelirken eser ya tatlı tatlı, sabahları esen seher yeli gibi öyle işte. 
Yumurtaları kırın bir yandan kızartın ekmekleri. Peynirler, zeytinler, anneanne kokan reçeller… Gökkuşağı gibi donatın masanın üstünü. Kurulun en başa…
Baksanıza etrafınıza nasıl mutlu herkes. Sahte ışıklar yok güneşin yanında. Nasıl bir iştahla bakıyor herkes masaya ve nasıl teşekkür ediyorlar gözleriyle size. Nasıl kalabalık etrafınız. Hissedin, bu kez yalnız değilsiniz o kalabalıklar içinde.
Sevdiğiniz adam getirse kahvaltınızı yatağınıza ya da zamanı olmasa bir sandviç yapsa size ama ekmeğin içini çıkarsa… Muhteşem geçmez mi gününüz?
Sevdiğiniz kadın bir sabah sizden erken uyanıp sırf siz seviyorsunuz en sevdiğiniz böreği yapsa; gülümsemez misiniz bütün gün?
Çocuğunuz odanıza girip öperek uyandırıp sizi, boyunun tezgaha yettiği kadar hazırladığı kahvaltıyı sunsa size; dolmaz mı gözleriniz mutluluktan?
Sizi bilmem ama ben ekmek kokusunu hiçbir yemek kokusuna değişmem. Ben küçükken büyük anneannem daha biz Beypazar’ a gitmeden başlardı yemek yapmaya. Gelin geldiği konağın en alt katındaki fırın, biz gelince durmadan yanardı. Sabahları anneanne kokan çarşafların kokusunun yerini ekmek kokusu alırdı. Bazlamalar, börekler daha neler neler. Sevdiğim herkes yer sofrasının başında, nasıl bir iştahla hem konuşup hem yerdik.
Fırınların önünden geçerken bile yavaşlatırım hala adımlarımı, sıcak ekmek alabilmek için erken kalkarım, akşam eve dönerken şans eseri ekmek sıcaksa koşarak eve giderim soğumasın diye…
Evlere yakın fırınlar yok artık, sepetler ekmek getirilmiyor da kapıların önüne siz en iyisi kızartın ekmekleri. Kızartın ekmekleri ki o harika koku sarsın sofranızı mutlu yapın kahvaltılarınız.

ÇIPLAK AYAKLAR

Günlerdir dönüp duruyorum evin içinde. İçimde bir sıkıntı bir boşluk… Bir şey eksik diyorum bir şey eksik. Üstümde bir alınganlık, bir huysuzluk. Peşime sinek takılsa bu sinek beni takip ediyor diye başlıyorum ağlamaya. Aynaya bakıp duruyorum, bir şey mi olmuş bana da ruhum bedenimden kaçmak istiyor. Neyin var sorularına hep aynı cevabı verir oldum, bir bilsem…
Sonra kafamı kaldırdım gökyüzüne ve başımı ne zamandır uzatmadığımı fark ettim mavilere. Çıkardım ayakkabılarımı çimlerin canını yakmadan yürümeye çalıştım. Toprak hoş geldin dedi sanki nerelerdeydin şimdiye kadar. İş, güç, koşturma, rekabet, inat, sıkıntı, kuruntu, faturalar, kitaplar, zorunluluklar, insanlar, önyargılar… Sus dedi toprak çıplak ayaklarınla özgürsün şimdi, ruhunu da çıkar şu kaptan çıplak bassın hayatın üstüne. Bak dedi etrafına, şu güneş dediğin şey parıldarken yukarda hangi karanlık gelebilir yanına ya da şu maviyi hangi bulut kapatabilir tamamen?  Bak benimle büyüyor ağaçlar ve ölüp gidiyorlar her kış ama ben inatla sabırla yine büyütüyorum onları. Onlar benim umutlarım, hayallerim onlar beni ben yapan her şey. Çiçekler işin eğlencesi baksana şunlara; rengarenk, gülümser gibi, rüzgarla sarhoş oluyorlar, şarkı söylüyorlar. Buz kesseler de soğuktan, tomurcuk veriyorlar yılmadan. Küsmüyorlar, bak şunlara sevdiğini affeder gibi affediyorlar koparılmayı eğer takılacaklarsa bir dilberin saçlarının arasına… Gülümsedim. Haklıydı toprak benim suçumdu baktığım şeyleri görmemek ve inanmak beşeri saçmalıklara. Küçük bir ekrandan bakmak dünyaya ve perdelerimi kapatmak güneş döndüğünde benden yana…
Giymedim ayakkabılarımı. Toprağa tekrar geleceğimi söyledim teşekkür ettim tekrar tekrar. Başladım yürümeye, başım gökyüzünde gözlerim maviliklerin içinde. Güneş dedi ki; ışığımı gönderiyorum herkese ama bakmıyor kimse bana. Şu kara gözlüklerini çıkarmıyorlar bir türlü hem korkuyorlar karanlıktan hem de aydınlıkta bile kapkara bakıyorlar etrafa. Yüzlerine bak dedi yüzlerine; neden gülmüyor kimse? İş, güç, koşturma, rekabet, inat, sıkıntı, kuruntu, faturalar, kitaplar, zorunluluklar, insanlar, önyargılar… Sus dedi güneş sus ilizyon değil mi bunlar. Beşeri ilizyonlar… Bir kere geliyorsunuz hayata ve tek marifetiniz yaşamak, peki neden ölmeden anlamıyorsunuz bunu? Neden sevmiyorsunuz kimseyi hatta en başta kendinizi? Boyunuzla, kilonuzla, yüzünüzle uğraşıyorsunuz, küçük sorunları büyük mutluluklara eş tutuyorsunuz? Sen dedi sen neden sevmiyorsun bu dünyayı, kendini? Ben dedim seviyorum aslında ama bazen çok yoruluyorum, bazen çok acıyor canım içim sıkılıyor. Güvenimi kaybediyorum insanlara, kimseleri sevemiyorum, sevildiğimi fark edemiyorum… Bak ne güzel kendi ağızınla söylüyorsun dedi nerde yanlış yaptığını. Biliyorsun, yüzleşiyorsun gerçekle, kabul et her şeyi ve başla en baştan. Neden koşuyorsun sonunu bilmediğin bu yolda, seni sevenlerin varlığını neden sorguluyorsun, sen neden nefesini tutuyorsun? Büyüdükçe küçülsün gözbebeklerin. Bebekleri gördükleri her şeyi mucize sanırlar ve haklılar, baktığın değil gördüğün her şey mucize. Kalbine inan, rahat bırak onu, gülümse…
Gülümseyerek başladım yürümeye. İnsanlara baktım, yüzlerine tam gözlerinin içine; onlarda bana baktı ama gözlerime değil çıplak ayaklarıma.

15 Şubat 2011 Salı

TANRI VE BEN

Tanrı, çoğu zaman küçük bir çocuktu bana bakarken ve ben hep yukarı doğru baktım onunla konuşurken…
Kendimi hep bir filmin içinde hissettim kendimi bildim bileli. Bazen başrol, bazen yan rol, bazen figüran ama hep filmin içinde. Masallara inanmam bundan belki hala ve hala umuduma sahip çıkmam. Dizlerim her kabuk bağladığında daha hızlı koşmaya çalışmak ve içimdeki geç kalmışlık duygusu…
Yaşamla ölüm arasında koşan, yürüyen, emekleyen insanlar.
Aşklarım hep savaş gibiydi. Yıkıcı, yok edici bazen soğuk bazen sıcak bir savaş. Kaybetmek bile hissetmemekten iyiydi çoğu zaman. Başkalarına bakıp onların haline üzüldüğüm oldu savaşımı yaşarken. İçindeyken anlamıyordum ama meğer onlarda bana bakıp üzülüyorlarmış aşklarını yaşarken…
Savaşlarımdaysa hep aşk vardı. Bağlayıcı, sahiplenici bazen tırmandığım bazen yere çakıldığım. Ertelemeden,sonu olmasa da hep ’başa dönmek pişman olmaktan daha iyidir’ mantığıyla… hala savaşıyorum yer değirmenlerimle, son nefesime kadar rüzgarın şiddetiyle dönecek yel değirmenlerim.
Bir yandan da şaşırıyorum, içimde durduramadığım bir iştah. Hep durmamı engelleyen bir ses.
Sevmeye çalıştığım her insan bir süre kaçıp gitti benden. Neden diye soracak zamanım bile olmadı. Zaten ne önemi vardı bir gidiş sırasında nereye gidildiğini sormanın? Benim sevmeye çalıştığım insanlar çok yaralıydı ben kendimi doktor sanıyordum. Kendi yaralarımı gösterirsem acıları azalır, yalnız hissetmezler belki diye. Şimdi dönüp baktığım da yaralarımın onları mutsuz ettiğini görüyorum. Ben onlara kendi acılarının ne kadar küçük olduğunu kanıtladım ve hala gözlerimle gülebildiğimi. Acaba kendimi de çok sevmeye çalışsam kaçar mıyım kendimden?
Kalp kaç kere çarpar? Ben şanslıyım bir defa öyle bir çarptı ki, deprem ruhumun fay hatlarını kırdı ve nasıl yapıştıracağımı giderken söylemedi. Söyleyecek sözü olmadığından gitmiştir belki.
Hissedebilmek bir daha, sonra bir daha, sonra bir daha…

Bir ayrılık sahnesinde yağmur başladı yaz ortasında sağanak hem de ben o zaman anladım, Tanrı gözyaşlarımı sakladı.
Sözün bittiği bir yerde hiç tanımadığım bir şarkı başlamıştı, melodisi iki kişiyi aynı yerde aynı zamanda aynı yerden yakan, Tanrı hiç istemedi o anı unutmamı.
Bir kavuşma sahnesinde ayrı yollara yürürken aynı anda koşmuştuk aynı yöne bir dakikada her yer güneş açmıştı gece vakti, Tanrı karanlıktan korktuğumu bilirdi hep.
Bir yalnızlık sabahında, sessiz bir Pazar gününde bir kedi çıktı yoluma beni dinledi, geldi sokuldu yanıma beraber denizi izledik, Tanrı kendimi duymamı istedi ben kaçarken kendimden.
Bir gidişti dönüşü olsa da, o yola çıkıldıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Camda en güzel yazıma el salladım, yazımın bütün armağanları dostlarım gözleriyle veda ettiler bana. Bir telefonda hıçkırık, camımın önünde gelebildiği kadar benimle gelen bir dost… Tanrı yalnız olmadığımı gösterdi ben yalnızlığa 14 saat uzaklıktayken.
Bir gece geç bir saate bir otobüs durağında iki kişiydik, birbirimize sarılıp belki hiç ağlamadığımız kadar çok ağladık bizden başka kimse yoktu yanımızda, etrafımızda olanlar dışında, Tanrı kalbimizi gösterdi bize biz hep biz kalalım diye.
Ve bir gidişte, bir buluşmada, bir sabahta, bir gecede, bir yaşama anında yaşadığımı görmemi istedi hep. Başıma gelen her şeyin bir sebebi vardı. Apaçık ortadaydı…
Gözlerim açıkken körebe oynamayayım daha fazla diye,
saklambaçlarda saklanmayı bırakıp ebe olmaktan kaçmayayım diye,
yakan topları tutamadığımda canımın yandığını, topları tutmaya çalışayım ki erken çıkmayayım oyundan, sonuna kadar, oyun bitene kadar koşayım diye,
bir varmış bir yokmuş değil hep vardı hep olacak diyeyim diye,
kendi filmimin ve tek kişilik dev kadromun başrolü olayım diye…

Daha yolu bile yarılamamışken şimdiden merak ediyorum göreceğim şehirleri, duyacağım isimleri, seveceğim insanları, savaşlarımı, aşklarımı, yeni kelimelerimi, oynayacağım oyunları, kendimden kaçıp kendimi bulacağım rollerimi, tanışacağım, merhaba diyeceğim her şeyi, yarın sabah havanın nasıl olacağını bile…
Belki daha erken ama ben geç kaldığımı hissediyorum. Yarın çok geç. Koşmam lazım bacaklarıma kramp girene kadar, nefes alamayıp durmak zorunda kalana kadar, dudaklarım susuzluktan çatlayana kadar. Bu geç kalmışlık duygusu belki her sabah gülümseyerek uyanmama sebep, Tanrı nefesimin armağanım olduğu hatırlamamı istedi her sabah.
Yarın yeni bir gün, yarın yeni kelimelerin sayfaya mürekkep lekesi olması, yarın yukarı doğru bakarken gülümseyeceğim bir an, yarın ve ondan sonraki bütün günler benim günüm…
Aynaya baktığımda küçük bir kız çocuğuyum hala…
Şerefine içelim yarınların…

9 Şubat 2011 Çarşamba

‘SONSUZ’ KONUŞMALAR

Hızlı hızlı Beşiktaş’a doğru yürüyorum. Geç kalmadım daha 15 dk var ama heyecanlıyım biraz. Hasan Bey’i ilk defa göreceğim.
Hasan Bey derki.com’un yöneticisi ve kurucusu yani yeniden yazmaya başlamamın sebebi. Aynı okuldan mezunuz, Toros Koleji ve aynı idolü paylaşıyoruz, edebiyat öğretmenimiz Türkay İçaçan. İkimizde hayatının yönünü değiştiren bir kadın, bir anne, bir öğretmen Türkay İçaçan. Bizde aynı şansı farklı zamanlarda paylaşan iki öğrenci. Türkay Hocamın tavsiyesi, Hasan Bey’in desteğiyle kelimelerim yine benimle.
Hasan Bey’i görürü görmez koşar adımlarla ona doğru yürümeye başladım. Elimi uzattım, gülümsedi ve bana sarıldı. Sanki her zaman yanında olan biriydi o. Muhabbet etmeye başladık. Sanki her gün oturup konuşuyormuşuz gibi, yabancılık çekmeden, açık ve net konuşmalar ve orta Türk kahveleri. Hasan bey konuştukça hiç bilmediğim bir dünyanın içindeydim sanki, hep duyduğum, inandığım ama uzağında kaldığım. Hasan bey bir işaretti sanki bana Tanrı’nın gönderdiği beni bana anlatan, hala insanların iyi olduğuna inanmamı sağlayan.
-o lensleri takma bence, kendi gözlerinin daha güzel gözüktüğüne eminim.
-annemin, anneannemin gözleri renkli benim koyu olunca genetik bir kaza olduğumu düşünmeye başladım. Gözlerde bozuk olunca yıllardır…
-kandırma kendini bu yüzden takmıyorsun sen o lensleri. İçindeki büyümeyen Melis’i kimse görmesin diye. Dışındaki kalkanı güçlendirmek için birazda ama rahat bırak kendini. Koruma altına aldığın senin ruhun, sensin baştan sona bence yakışmaz kaçmak senin gibi bir kıza…
Düşündüm haklıydı. İtiraf ediyorum haklıydı. Kendimi çıplak gibi hissediyordum onları takmayınca ve duygularımı saklamak için bir örtüydü. Korktuğumda yorganın altına saklanmak gibi…
Müzikaller, aşklar, hayat, insanlar, aileler, burçlar her şey hakkında düşündüğüm ama kelimelerle anlatamadığım ya yüklemi ya da özneyi bir türlü bulamadığın ne varsa anlatıyordu. Hayranlıkla izliyordum. Uzun zamandır kimse beni bu kadar yakından eleştirmedi bana.
-peki neden bu koşuşturma hali?
-geç kalmışlık duygusu içimde durduramıyorum bir türlü…
-daha 19 yaşındasın ve neler başarmışsın, yürümeye başla her şey yerli yerinde kaçmıyor hiçbir şey bir daha 19 olmayacaksın hayatını da yaşa, çalış elbet geliştir kendini ama 19 yaşında ol biraz…
-ben beklerken her şey kaçar diye korkuyorum. Gönül borcum olan sevdiklerim var onları gururlandırmalıyım. Kendime söz verdim ve geç kalırsam kendimi asla affetmeyeceğim.
-bak Melis sana bunu binlerce kez söyledim ve yine söyleyeceğim. Sen istediğin her şeyi yapacaksın hatta düşlediğinden daha fazlasını yapacaksın. Bana inan. Seni oyalamak için böyle bir şey söylemem ben sana ve kimse senden borç beklemiyor sen zaten onları gururlandırıyorsun bir bak yaptıklarına. Sözünü tutacaksın merak etme ama hayatını da kaçırma ne önemi kalır o zaman.
Yine haklıydı. ‘umarım’ dedim sadece umuyordum tüm kalbimle. Ben teşekkür ederim o zaman söyleyemedim biraz duygusalım biliyorsunuz başlardım ağlamaya. Ama artık takmıyorum perdeler gözlerimin önüne Türkay hocamda çok söylemişti ama biraz daha büyümem gerekiyormuş demek ki. Yazamaya devam ediyorum ve yazdıkça yazıyorum söylediğiniz gibi. Dünyayı değiştirmek için kendimi değiştirmeliydim haklıydınız. Yazarak, anlatarak, göstermelik değil gerçek olmak, tüm kalbimle inanmak zorundaydım. Bir kişiye bile yararlı olsam hedefine ulaşmaz mıydı yaptıklarım. Koşmuyorum artık gerçekten yürüyorum hızlı adımlarla ve her durduğumda daha çok zamanım var diyorum. Kitaplarımı da okuyorum, okudukça şaşırıyorum. Teşekkür ederim ‘SONSUZ’. Hayatımı yönlendirdiğin için. Türkay hocamın başlattığı senin ilerlettiğin yollarım için. Belki bir gün bende senin çocuklarına söylerim senin bana söylediklerini ve onlarda beni o masadan kalktığımdaki gibi hissederler kendilerini, tamamen yenilenmiş gibi…
Teşekkür ederim cümlelerin için…
Not: ilk ödül aldığımda sana teşekkür edeceğim sözümü asla unutmamJ

5 Şubat 2011 Cumartesi

TOPLANTI SALONU

Hazırlandım, çıkıyorum. Bir yandan da dua ediyorum. ‘Tanrım bak ne olur bu sefer bedeviliğim tutmasın, tutarsa da görüşmeden sonra tutsun. Tamam mı? Anlaştık mı?’.
Bir televizyon kanalının binasının önündeyim. Camda yansımama bakıp kendime ‘ay çok tatlıyım ‘ falan demeye çalışıyorum. Mantığım o anda şu böylece öz güvenimi tavan yapıp, konuştuğum herkesi etkileyeceğim. Danışmada ki kadınların beni ciddiye alması için biraz çaba sarf ettikten sonra yukarıya çıkmak için verdikleri o saçma sapan kartı boyuna astım. O nedir öyle ya ilkokulda silgi asarlardı ona da gıcıktım ben zaten. 2. Kata çıkacağım ama asansör gelmiyor. Belki çok önemli bir haberim var. Tüm ülke şaşkına dönecek. Asansör gelmiyor ama benim haber eskidi. Başka gazete çıkardı bile hakkınızı kaybettiniz hıh. Merdiven? Evet merdiven, merdiven iyidir hem spor olur. Tanrım ne kalabalık yer. Benim gözlerde iyice bozulmuş ya uzağı hiç göremiyorum bir ara ben göz doktoruna gideyim.
-iyi günler efendim ben Ceren Hanım’la görüşecektim?
-şurada bekleyin
-nerede?
-……
-afedersiniz Ceren Hanım’l….
-gelir birazdan
-pardon ben Ceren Hanım’la görüşecektim?
-Kim? Ne zaman? Ben bilmiyorum danışmaya sorun (habercilik arkadaşın ruhuna işlemiş)
Ben ortalarda saf saf dolaşırken, esmer genç bir kadın yanıma gelip;
-staj için mi gelmiştiniz?
-evet
-Melis’ti değil mi? Gel benimle Meliscim birazdan alacağız seni görüşmeye o zamana kadar toplantı odasında bekle olur mu? Bak şurası…
Gülümsedim ve toplantı odasına doğru başladım yürümeye. İçeride 4-5 kişi var. Staj için görüşmeye geldiler herhalde diye düşünüp girdim içeri, çektim sandalyeyi hop oturdum. Ay bir rahatlık bende bir rahatlık… Masadaki herkes bana uzaylıymışım gibi bakıyor, konuşmayı da kestiler, bunlar da biraz yaşlı gibi staja geç kalmışlar biraz kesin alındım ben derkeeeeeen acı gerçekle burun buruna geldim. Onlar stajer değildi. Hatta onlar muhabir de değildi. Yapım koordinatörleri ve haber müdürleriydi ve siyasi bir programın konularını oluşturuyorlardı. Ve artık ben ne desem boştu. Birden bir kahkaha koptu salonda ve ben şu harika cümleleri kurdum;
-şey ben staj için gö-görüşmeye geldim. Bana burada bekle dediler bende içeri girdim. Ben bilmiyordum toplantı yaptığınızı ama diyeceksiniz ki toplantı odasında başka ne yapılır? (kahkahalar yükselince) ben rahatsızlık verdiysem çıkayım?
-yok yok otur hahahaha bitti zaten hahahah
-……
Bütün kat yaptığımı öğrenince kapının önünden geçip geçip sırıtan insanlar topluluğunun arasında ‘Tanrım söz verdin ya hem hiç komik değil’ diye söyleniyordum. Annem hep kapıyı çalmadan dalma öyle içeri derdi ah annecim artık çok geç. Hem çıkarken bir görüşürüz bile demediler çok ayıp bence, teessüf ederim.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Sen bana gelen bir yolcusun, bu gece misafirimsin…

Aradan yıllar geçmişti. Aslında ne gelmeni bekliyordum ne de bir yerde seninle karşılaşmayı. Karşılaşsak ne diyecektim. Uzun zamandır görüşmeyen iki dost gibi mi konuşacaktım yoksa aranmadığı için küskün bir sırdaş gibi mi? Bunların yalan olduğunu biliyorsun sende bundan fazlasıydı bu hikaye… Ne diyebilirdim, aslında kaçtım aklıma geldikçe tek bildiğim uzaktan uzağa izledik birbirimizi biraz özleyerek biraz kıskanarak…
Birbirimiz başkasıyla görmekten çekindiğimiz için belki en fazla fotoğraflarını gördük hayatımızda sevdiğimizi sandığımız insanların… o kadar zaman sonra her şeyin yoluna gireceğini düşünmek çok zor geliyor olmamasını düşünmek daha kolay artık. Çünkü ne olursa olsun ‘gözlerimi kapadığımda kollarımda başka biri değil sen varsın’…
Kapımı çaldığında yaralıydın, yaraların gözle görünecek kadar açıktı. Küçük bir çocuk gibi kapının önünde boynu biraz bükük, elinde ki çanta yeni toplanmış içinde ne olduğunu sen bilmiyordun eminim alelacele toplanmış bir çanta geçmişinin içine sığmadığı. Konuşmadı, bende sormadım. ‘Gel içeri’ dedim sesimdeki kırıklığı saklamaya çalışarak, ‘gel içeri’. Biraz tereddütlü biraz çekingen içeri girdi. Birbirimize baktık sadece söyleyecek bir şeyler arıyordu biliyordum bir şey bulamıyordum biliyordu. Böyle durumlarda sözün bittiği yerdir ya bizde ordaydık şimdi. Sarıldık sadece ve işte o zaman anladım ondan başka kimse böyle sarılamazdı bana. ‘Kokun hiç değişmeyecek’ dedi ‘büyüdükçe sen kokunun yaşı küçülüyor, bebekler bile böyle kokamaz…’
Karşılıklı oturuyor ama birbirimiz suratına hiç bakmıyorduk. Anlattı, o anlattıkça benim yaralarım açıldı. Canı yanmıştı. Onu böyle görmekse canımı yakıyordu. Anlatmayı bitirdiğinde kendimi en mutlu olduğum yerde sahnede hissettim. Rolüm mutlu etmekti. Bir kaç saat içinde olsa onu hayatının dışına çıkartmak. Anlatmaya başladım, konuşmaya. Gülüyordu, o buzlu hala dağılmaya başlamıştı. Telefonu çaldı. Kız arkadaşıyla konuşmaya başladı, içim acımıyordu bu başka bir şeydi. Telefonu kapattığında evde top oynarken vazoya kırdığını yeni fark etmişti. ‘Sizi tanıştırmayı çok isterim’ dedi, ‘tabi’ dedim ‘bende çok isterim’. İstemediğimi biliyordu, istemediğini biliyordum. Neden buradasın diyemedim ama sanki o aklımı okuyordu. ‘Anlatmak istemedim’ dedi ‘bir tek sen anlarsın ve şimdi olmak istediğim başka bir yer yok. Senden uzakta olmak istemedim’.
Başını omzuma koydu. Anne olmak böyle bir şeydi herhalde içimde garip bir şefkat duygusu. Öylece oturduk. Yıllar önce biri bana bu andan bahsetseydi güler geçerdim. Bir şarkı söylüyordu sanki içimde bir kadın. Zenci gırtlağından çıkan bir jazz sanki. İçimi yırtarak bağırıyordu. Hatırlayacağı bir şarkı söylemeye başladım. Unutması mümkün olmayan bir şarkı. Daha sıkı sarıldı oda mırıldanmaya başladı. Bütün gece birbirimize sarılarak oturduk.
Sabah gözümü açtığımda yüzü bana dönük, gözleri yüzümün her köşesini unutmak istemiyormuşçasına geziniyordu. Sanki aklının bir köşesine benim bir portremi ustaca kaleme alıyordu. ‘gitmeliyim’ dedi  ‘kız arkadaşım beni bekliyor’, ‘tamam’ dedim sadece ’tamam’…
Yolcu etmek ne zor diye düşündüm o ayakkabılarını giyerken, ne zor dur diyememek ve ne kötü gitmek zorunda olmak istemeyerek.

Yıllarca birbirimizi görmeden kurduğumuz bağ nerede şimdi? Bak yan yanayız, elini kaldırsan elimi tutabilirsin. İlk görüştüğümüz gün elimi tuttuğun gibi hatırladın mı? Daha konuşacaklarımızda var sen yokken çok kalbimi kırdılar benim hem çok yorgun görünüyorsun. Ne kadar seviyorsun peki onu? İyi misin peki? Sen neden gelmiştin? Ne önemi vardı soru sormanın yada cevap vermenin gitmek için hazırlanırken. Son kez sarıldım ve son kez öptüm. Gitti, camdan bakmadım bile bir kahve yaptım ve sigara yaktım.
                                        

Sen bana gelen bir yolcusun ve bu gece benim konuğumsun…
Bir şarkım var sana söylemek istediğim ve belki de dans ederiz…
Nereye varmaz ki bu şarkı ve sen hep kalbimde bir yerdesin…

23 Ocak 2011 Pazar

HAVVAKIZLARI VE ADEMOĞULLARI

Dünya üzerinde tarafları değişmeyen, konuları her insanda aynı sadece zamanı ya da isimleri farklı olan, acısı, kargaşası, aşkı bitmeyen tek dava kadın ve erkek savaşı.
Hint mitolojisine göre;
Tanrı, yaprağın hafifliğini, ceylanın bakışını, güneş ışığının kıvancını, sisin gözyaşını aldı, rüzgarın kararsızlığını, tavşanın ürkekliğini buna ekledi, onların üzerine taşların sertliğini, balın tadını, kaplanın yırtıcılığını, Ateşin yakıcılığını, kışın soğuğunu, saksağanın gevezeliğini, kumrunun sevgisini kattı  bütün bunları karıştırdı, eritti ve kadın yarattı.
Yarattığı kadını, erkeğe armağan etti ve daha sonra Tanrı,
Kaplumbağanın yavaşlığını, boğanın bakışını, fırtına bulutlarının kasvetini, tilkinin kurnazlığını, boranın dehşetini aldı, sülüğün yapışkanlığını, kedinin yaramazlığını, hindinin kabarışını, gergedan derisinin sertliğini onlara ekledi, bunların üzerine ayının kabalığını, bukalemunun şıpsevdiliğini, sivrisineğin vızıltısını kattı ve erkeği yarattı
 Sonra da yarattığı erkeği, adam etsin diye kadına verdi.
Buradan anlıyoruz ki hanımlar olay anaerkil ya da ataerkil toplum değil, olay tamamen karakter meselesi.
Her kadın zariftir, güzeldir, kadın olduğunun farkına vardığında etrafına ışık saçmaya başlar (hadi be oradan demeyin beyler bizlere aşılandığı gibi zayıf kadın şöyledir, esmer kadın böyledir, sarışında şöyledir değil olay kadına kadın gibi bakmakta).
 Ama evet her kadın ortalama olarak bir erkekten daha çok ağlar. Canı sıkılır ağlar, canı acır ağlar, özel dönemlerindedir ağlar, film izler ağlar, terk edilir ağlar, beğendiği elbiseyi hem cinsi hem de indirimde kapar ağlar, saçını kuaför istemediği gibi keser ağlar.
 Karar verirken her kadın önce kalbinin sesini dinler ama bu birkaç dost kazığından, terk edilmelerden, boynuzlanarak burcu ne olursa olsun boğa burcuna yaklaşmadan, emek verip uğraştığı her hangi bir şey elinden alınmadan öncedir. Sonra mantığına ağırlık vermeye çalışır ama kalbi atmaya başlamışsa işteeee  o zaman bu vakayı inceleyen yakın arkadaşı şunu fark eder arkadaşının çok güçlü bir hayal gücü var. Çünkü böyle durumlarda kadın öyle teoriler geliştirir ki ÖSS’de bu kadar çoktan seçmeli yoktur. Kalbini ve mantığını kadın ancak bebeği olunca dengeler ama sadece bebeğine karşı.
Küçük bir ses, karanlık bir oda, ıssız bir yol, küçük bir böcek, bir bööö efekti vs. (tabi fobileri katmadan söylüyorum onları da katarsam ohoooo en basit örneği annemin kapıya yaslanma korkusu var açılır diye korkuyorJ) bir kadını çığlık çığlık kaçırabilir.  Ama dönün annelerinize bakın, eşlerinize, kız kardeşlerinize ya da ablalarınıza nelere göğüs geriyorlar. İki kuruş parayla kaç kişiye yemek yapıyorlar, siz iyi olun diye çok isteyip yapmadıkları, istemedikleri halde kabul ettikleri, sevmedikleri halde gülümsedikleri kimler var. İşe gidip, çocuk bakıp üstüne evini temizleyen, yemek yapan, arkanızı toplayan destek olan eşler. (bu saydıkları sadece gündelik en basit olaylar hayatın karşılarına çıkardıkları zorlukları saymıyorum bile onları siz düşünün her şeyi benden beklemeyinJ)
Evet kadınlar biraz inişli çıkışlı varlıklar (bir kadın olarak bazen ben bile içimdeki canavara sakin ol diyemiyorum) bazen anlayış abidesi; evetler tamamlar olur hayatımlar bazense 10 kaplan gücümde kalk kendin yaplar hayırlar olmazlar. Aslında bu normal bir durum anormal olan şu ki kadın ne yazık ki hiç olmayacak şeylere ters tepki veriyorlar.  Örnek vermek istemiyorum hayati tehlike var J
Kadını kadın yapan, erkeği kadına hayran bırakan tek özellikse şudur bence; kadın isterse dokunduğu yerde yangın çıkarır isterse buz tutar dokunduğu yer hiç çözülmeyecek gibi. Ve her kadın içgüdüsel olarak öyle kusursuz kullanır ki bu özelliği izleseniz hayran kalırsınız. Şöyle anlatayım size kız arkadaşınızla veya eşinizle oturuyorsunuz her şey gayet güzel hiçbir sorun yok. Hatta sarılmışsınız birbirinize ohh dünya umrunuz da  değil o sıra bir soru geliyor tabi siz gevşemişsiniz mutlusunuz ya ‘aşkım Hale neden sana o kadar yakın davranıyor?’ ve zavallı erkekcağızın  saçma cevabı ‘hayatım bir ara yakınlaşmıştık biraz hala aşık bana işte ama yüz yüze bakıyoruz ne yapalım’ bu saniyeden sonra sobayı yaksan ısınamazsın arkadaş. Şuan bunu okuyan erkeklerin çoğunda hatırlar canlanıyor di mi? Derin dondurucu bile böle çabuk soğutamaz bahse girerim. (ama tekrar söylemek istiyorum arkadaşım böyle sorulara adam gibi cevap verin, kaşınmayın)
Ve bazen biz kadın milleti saatlerce konuşup karşı tarafın hiçbir şey anlamamasını sağlayabilir. Bir kadın konuşarak bir seri katili intihara sürükleyebilir. Hele hele kızgınsa benim diyen rapçi karşısında duramaz. Çok seri çok hızlı ve mantıklı konuşması erkeğin 15 dakika sonra kadının söylediği her şeyi kabul etmesine ya da reddedip kalkıp gitmesine sebep olur. (nerden mi biliyorum ben masaya 2 kişi oturup çok tek başıma kahve içtim J)
Ama hiçbir şey bir annenin göğsünde uyumaya, sıkı sıkı sarılıp uyanmanın sıcaklığına erişemez.  Söyleyeceğim tek şey kadınlar yaptıkları her şeye sevgilerine katarlar. Sevgileri sonsuz, affedici ve koruyucudur. Kalpleri yumruklarından büyüktür, kalpleri unutkandır, kalpleri saray gibidir gerçek olan bütün sevgilere yer vardır.
Gel gelelim ikinci türe; erkekler.
Yavaşlık demişken bence durum yavaşlıktan çok üşengeçlik ama ne zaman? İşleri yapacak biri olduğunda hiçbir erkeğin kımıldadığını görmedim. Kız arkadaşı, kardeşi, sevgilisi, dostu ya da annesi olun eğer yanındaysanız önce rica sonra emir haline gelir istekler. Nasıl mı bakın şöyle;
-canım ya bulaşıkları yıkar mısın?
-tabi canım ne olacak
-çok sağ ol sen de olmasan… Bir zaman sonra durum şu hali almaya başlar;
-bulaşık?
-ne anlamdım?
-bulaşık diyorum bulaşık. Hani tabak, bardak falan?
-tamam canım tamam… vb vb
Bu uyuşukluk daha doğrusu yapacak biri varken ne uğraşıyorum ben duygusu belki toplumun ataerkil gelişmesinden, belki daha çocukken yüklenen sen erkeksin olgusundan ya da içgüdüsel ama uyuşukgillerden en başta yer alıyorlar.
Bir de benim çok güldüğüm ama erkeklerin özellikle bu ‘kurtlar vadisi’ gibi dizilerden sonra rol kesme şekli haline gelen 3 numaraları bakış olayı mevcut. Sevdikleri kızlara bile her an dövecekmiş gibi bakan erkekler var ya da sinirlenince bakışlarıyla karşıdakini dövebileceğini sanan arkadaşlar var. Birileri bu arkadaşlara  ‘ gözlerin güzel ama bakmayı bilmiyorsun’ desin.
Aslında kadın ve erkek ilişkilerinde en ince nokta olduğunu düşündüğüm durum şudur. Kadınlara kuruntucu diyen insanoğlu etrafınıza bakın erkeklerden daha kuruntucu bir ırk yok. Başlarına kötü bir durum gelse anında Karadeniz’deki tüm gemiler alabora oluyor. Normal bir insan bu da geçer derken, ortalama erkek çoğunluğu isyan etmekle zamanını öldürüyor. Hatta benim üzerinden yıllar geçmesine rağmen aynı olay için oturup içen, dertlenen arkadaşlarım oldu. Kasvet ki ne kasvet, yağmur yağacakta daha fırtına dönemi. Kız gitmiş ölsek daha iyi, para kaybettim ölsem daha iyi, pederle  kavga ettim ölsem daha iyi. Merak etmeyin bünye alışmıştır bir şey olmaz.
Takdir edilesi bir yönü var ama şimdi sürekli yermek olmaz. Erkeklerin usta oyunculukları, iş zekaları, kıvırma potansiyelleri,  olayı dolaylı anlatımla doğrudan anlatma şekilleri beni hep hayran bırakmıştır. ‘Neredeydin’ sorusuna her seferinde farklı cevap verme yetisi bir yana 1 kere arayıp aylardır ulaşamamaları, daha önce kimseyi o sırada kiminle beraberse onun kadar sevmemesi vb vb… tilki nasıl kargadan peyniri çalıyorsa erkeklerde kadınların kalbini öyle çalabilirler.
Yakınlarda gördüğüm bir kitap (ki ben erkekler için yazıldığını düşünüyorum) beni çok etkiledi. Adı ‘içinizdeki öküze oha deyin’ tamam tamam her zaman değil ama erkekler sinirlendiklerinde içlerine bir şey kaçıyor. Nasıl desem garip bir şey, şey gibi godzilla gibi J sakin sakin oturan o naif adam gidiyor yerine garibalenfeksiyon kapmış bağırırken ne söylediği bile anlaşılmayan, gözleri ağzı kadar kocaman beni küçükken böcü diye tarif ettiğim bir yaratık geliyor. Böyle durumlarda 15 dakika bekledikten sonra su ve kolonya servisi makbuldür bence.
Ormanın kralı ne kadar aslan gözükse de ben sürüngenlere daha fazla değer veriyorum. Bazı erkekler (bakınız bazı sözcüğüyle %50 oranında indirim yaptım) gerçekten önceki hayatlarında sümüklü böcek, kertenkele gibi sürüngendi. Şöyle anlatıyım size çok güzel bir kız arkadaşıma aşık bir çocuk vardı. Kızcağızı vapura bindirmek için ısrar ediyor, o da kurutulurum belki düşüncesiyle tamam diyor ama durum önceki hayatında sürüngen olan arkadaş tarafından yanlış anlaşılıyor. kız vapura biniyor gidebilirsin anlamında elini sallıyor ama bu sürüngen arkadaş bunu el sallama babında kabul ediyor. kız Git diyor oğlan el sallıyor bu böyle yarım saat sürüyor ve sonuç şu ‘abi o da beni seviyor el salladı’ kurtulana kadar akla karayı seçti arkadaşım.  Daha ağır vakalarda gördüm bu konu da…
Evlenmek, ilişki yaşamak zor zanaat karşınızdakine; emek vermeniz, sevgi vermeniz, bıkmadan usanmadan neyin yanlış olduğunu anlatmanız, bir şeyi yanlış yaptığında kızmanız ama bunun dozunu bilmeniz, arkasını toplamanız, isteklerini karşılamanız, arkasında durmanız, yardım etmeniz, akıl vermeniz ve bunun gibi ömür törpüleyici davranışlarda bulunmanız gerekir ama bir nokta var ki o bunların hepsine değer denilen yer seversiniz ve sevgi görürsünüz. Karşınızdaki adam yaramaz küçük bir çocuk yada elindeki yumakla oynayan savunmasız bir kedi gibi görünür. O zaman gülümsersiniz umarım hep gülümsersiniz.
Ama erkeklerin en çok güldüğüm hali şudur ki; özellikle ergenlik çağında iki erkek arasında karşılık sözlü bir atışma durumda bir elleri havada, karşılıklı birbirlerinin üstüne yürüyormuş gibi ama sabit şekilde bağırışırken göründükleri hal. Okuduğum lisede çok olağan bir durum olduğu için bu öğrencilik yaşamım kahkahayla geçti diyebilirim. Ayırayım kavga edenleri derken birkaç yumruk yemişliğimde var ama napalım kısmet diyeceğiz ona daJ
Kadınların birlerce çeşidi olduğunu düşünmüyorum teknik olarak kadınların hepsi aynı şeylere sinirlenir ya da aynı olaylara benzer tepkiler veririler ama erkeklerin binlerce çeşidi var. Bakınız şöyle; yolda yürüyen kadınların hepsine laf atan ayılar var, laf atanlara kızan ayıcıklar var. Sevdiğini senelerce bekleyen aşıklar var, seni seviyorum demeyi günaydın demekle karıştıran erkekler var. Sürekli dertli erkekler ki bunlar yanlarındaki kadınların iyi olduğu söyleyerek kendilerini aşağılamaya bayılıyor, fazla sakin ve polyanna olayı abartmış erkekler var. Issız adamlar var, tıklım tıklım dolu adamlar var. Sevip de söyleyemeyenler var, söyleyip de sevemeyenler var.  Sürekli konuşanları var, ağzında cımbızla laf alınanlar var. Gelecek için geçmişini bırakanlar var, geçmiş için geleceğini yok sayanlar var. Kendine güvensizler var, fazla güvenenler var. Kıskançlığın gözünü çıkartanlar var, rahatlığın dibine vuranlar var. Cimriler var suyun parasını bile ister, bonkörler var şerefi cebinde gezer. Bakıcı arayanlar var, baba olmaya çalışanlar var. Konuşacak tek konusu aşk olan var, iş olan var, saçmalayan var. Her saat arayanı var, her gün arayanı var, ayda bir arayanı var hatta hiç aramayanı var. Bazılarının aşk anlayışı şiir, bazılarının ise fiil.  
Alın size koca bir tablo eksiğiyle fazlasıyla, kadın ve erkek.
Kadın ve erkek işte böyle bazen kucak kucağa bazen gırtlak gırtlağa ama hep yan yana.
Biri olmadan diğeri yarım,  havvakızları ademoğulları bir gün ölecekleri bile bile yaşadıkları gibi yanacaklarını bile bile aşkla büyüyor.

9 Ocak 2011 Pazar

Gözlerinin Yok Bir Eşi

Gözlerinin yok bir eşi…
Sözlerinin büyüleyici tınısı her sözünde ve Eros yaratırken aşkı,  güzelliğini katmış annesi Afrodit sana. Böyle söylerdim gözlerine bakarak yaşasaydık eski zamanlarda ve muhtemelen çok zamanımız olmazdı birbirimizin gözlerine bakarken. Şimdi ne kadar zamanımız var bilmiyorum. Nefesimiz, kalbimizin atışları, her sevgini anlatışında kızaran yanaklarım, buz gibi ellerimi ısıtan ellerin daha ne kadar benimledir ben ne kadar seninleyim bilmiyorum. Bir kader varsa kaderlerin en güzeli bana yazılmış, bitse ne olur bir dakikası bile yetmez mi?
Seni gördüğüm gün aradan geçen zaman kadar eski ve nefesim kadar yakın. Hatırlıyorum her saniyeyi. Zihnimin adımı unutmadığı gibi o kalp atışını adım gibi yazmış. Seni her gördüğümde aynı his gözlerimde, kalbimde, ellerimde…
Yeni sözcükler arıyorum, lügatları deviriyorum ruhumda yok isminin yerine koyulacak bir kelime. Yeni masallar yazıyorum sana aklımda, geceleri uyumadan önce sana anlatacağım masallar güzel rüyalar gör diye. Yemek yapmaya çalışıyorum sana bakmak için kendi çocuğum gibi ve sığınmak kollarına bir filmin en duygusal sahnesinde.
Bakıp da görebilen içimi tek kişiydin sen hep öyle kaldın. Aynaya baktığımda kendi yansımamdan çok seni görüyorum. Dudaklarım senin dudakların gibi çatlamış, gözlerim senin gözlerinin renginde derin bir o kadar da donuk içindeki o büyümeyen çocuğu kimse görmesin diye, alnımda hiç çizgi yok hiç yaşlanmadım seninle ve gözlerimin etrafı yeni doğmuş bir bebek gibi hiç gözyaşı dökmedim senin varlığın ruhumu doldurduğun beri.
Nasıl bir şey bilmiyorum böyle yaşamak ve her dokunduğumuz yerde ateş yakmak. Beni kendimden koruyan tek kişisin sen. Bir sığınak, bir uçurum, bir aile, bir vatan bana ait olduğunu sandığım her şeyden öte sen… sahip olamadığım ve ait olamadığım ben olan sevgili…
Neredesin bilmiyorum şimdi. Nerede kaldın, hangi yollarda yürüyorsun, kimin gözlerinde arıyorsun beni? Hayallerim yormadan beni, koşacak dermanım varken, kalbin bulsun beni. Tanışmadığım sevgilim tanışacağımız güne kadar hoşça kal…!

7 Ocak 2011 Cuma

‘DİNLE’

                                  
Bir kafes de yalnız mavi kuş...
Bekler hep geceyi, bekler hep yıldızları. Uykularında özgür, uykularında aşık ve yabancı güneşin hayat ışıklarına ve yaralı eski yaraları açarcasına... Ve hala kanıyor üstüne aşk örttüğü yaraları. Bir at gözlüğüyle bakıyor yaşamamış hiç 'o'nsuz gibi ve bağırıyor sürekli feryat figan kurtulmak için ama korkuyor dışardaki aç ormandan ve yaralı yaraları kabuk bağlamışçasına... Soramıyor söylemiyor önündeki koca çınara ve aslında bilmiyor da ne soracağını... Koca çınar uzak izliyor acı çekmesini sadece bakıyor kısık, tutarsız, deli gözleriyle ve mavi kuş vazgeçiyor bağırmaktan sormaktan, sorgulamaktan, ne olsa diyor kimsenin umurunda değil benim maviliğim ve koca çınar uçup gidiyorum ben sen bakarken bana
'DİNLE' diyor...
Koca çınar sen gördün ben yaşadım her şeyi küçücüktüm düştüm yuvamdan bulmadı kimse beni bağırdım oldu yardıma koşanlar SEVDİLER beni hem de çok ama ben sevemedim kimseyi AĞLATTILAR çok kırdılar kanadımı kolumu uçmama izin vermediler KAÇTIM özgürlük göklerde sandım kendi kafesimi yarattım sevdiler beni çok sevdiler... Sende sevdin değil mi koca çınar ama çok sevmedin hiç... Sevsen konuşurdun duyardın çığlıklarımı sevsen uçmaz mıydık özgürlüğe beraber bilmezsin sen ne güzeldir bulutların üstünde uçmak sonsuza...
'DİNLE' diyor koca çınar;
Sen yaşadım maviliğin en açısında karanlığın tek ışığında. Ben gördüm bütün gerçekleri olduğum yerden, yapabilsem gelirdim seninle ama beni SEVMEDİLER hep korktular benden ve GÜCÜMDEN ben KAÇMADIM bağlıydım sıkı sıkıya köklerime kendi etrafımda yaşadım. AĞLAMADIM hep içimdeydi gözyaşlarım. Ben aslında hiç yaşamadım mavi kuş bekleme beni git uzaklara…
SENİN YAŞAYACAĞIN, BENİM GÖRECEĞİM ÇOK ŞEY VAR DAHA...


BİZE ÇOK YAZIK ETMİŞSİN...


Çocuk konuştu önce ‘seviyorum’ dedi, ‘senin hiç bilemeyeceğin gibi kimsenin seni sevmediği gibi’.  Kız şaşırdı ‘nasıl olur’ dedi ‘sen benim arkadaşımsın arkadaştan da öte bir dostsun yazık etme bize’ çocuk konuşamadı bir şey düğümlendi boğazında,  yıllardır açamadığı düğüm bir daha gösterdi kendini… Kız konuştu bir daha ‘seversen beni aşkın en acı hali olur senin için ben yaraları sarılmamış,  sarılamayacak bir  hastayım. Gönlüm çoktan harabe olmuş yanlış bir aşktan. Yanılmışım hayatta seçtiğim her adamda… Sen hep yanımda ol omzunda ağlayayım yine seninle güleyim ben. Sen anlat bana en gizli sırlarını, ben destek olayım sana bu bitmez tükenmez acılarda...’
 Öyle de oldu zaman geçtikçe kenetlendiler birbirlerine. Konuştular uzun uzun ağladılar eskiye, yeniye;  güldüler sabahlara kadar şarkı tutular birbirlerine...
Bir gün tutarlarken şarkı,  gökyüzündeki parlak yıldızlar gibi bir şarkı başladı sözleri kayıp bir şarkı müziği hiç duyulmamış sözleri onlara yazılmış...
Çocuk kıza baktı uzun saçları bir kaç sokak lambasının altında geceden daha kara gecenin karası sinmiş gözlerinden daha da parlak saclarına... El sürülmemiş tenine... Yağmurdan sonra toprak kokusu sinmişti tenine her rüzgar estiğinde gelirdi çocuğun burnuna. Yine bir şey düğümlendi boğazında... Şarkı bütün güzelliğiyle kızın gözlerinden damlıyordu. Çocuk kıza döndü yeniden dudakları titriyordu susuyordu, söyleyemiyordu ‘söyle’ dedi içinden bir ses 'bize çok yazık ettin' dedi, kız bakamadı çocuğa. Çocuk anlattı ağladığı şarkıları, sabahı olmayan akşamlarını, çaresiz kalışını yalnızlığını, suskun bekleyişini, yaralı kalbini, hiç ulaşamadığı o elmasın ışıltısının gözlerini nasıl aldığı... Kız sustu gözlerine baktı çocuğun sarıldı özür dilermişçesine konuşamadı gitti...
Sabaha kadar döndü yatağın içerisinde düşündü. Kalbini eline aldı ona sordu ne yapacağını. Zindan oldu şen şakrak odası ve sabaha karşı güneş yüzüne güldü aşıkların ‘seviyorum’ dedi kız ‘seviyorum bende onu...’
Çocuk birkaç gün hiç görmedi kızı, kız merak etti arayamadı ama soramadı...
Aradan birkaç gün geçti. Kız dışarı çıkmak için hazırlanıyordu. Çocuk eve geliyordu, yanında bir kızla. Kız evden çıktı.
Çocuk eve geldi.
Karşılaştılar…
Kız tam ‘seni seviyorum’ diyecekti. Çocuk sevgilisiyle tanıştırdı kızı. Kız cehennemin tam ortasındaydı şimdi yapacak tek şey vardı kalbini eline aldığı gibi yeniden sandıklara kaldırmak… Çocuk sevgilisine aşık oldu zamanla kızı unutmak için başladığı ilişki büyük bir aşka dönüştü o anlamadan.
Bir gece kızla çocuk otururken deniz kenarında çocuk kıza sarıldı sıkıca yanında olan ama aslında en uzağındaki aşkına sırdaşına dostuna... Kızı öptü şuursuzca kız sinirlendi bağırmaya başladı içindeki tüm nefreti kustu kinini... Artık yolarını ayırmak zorundalardı... Bu kadar nefret sığmazdı bir dostluğun içine.
Kız koşarak evine gidiyordu. Çocuk koştu arkasından kolundan tuttu. Kız döndü bakamıyordu çocuğun yüzüne...

Ve konuştu;
‘Sen beni severken anlamadım seni sevdiğimi sendin aslından anahtarlarını kaybettiğim küçücük yüreğimin tek giriş kapısı anladığımda tam sana söyleyecekken hislerimi sevgilinle tanıştırdın beni. Ben o kıza haksızlık yapamazdım söyleyemezdim hislerimi... Seni seviyorum hep sevdim her zamanda seveceğim ama hoşçakal benim gitme vaktim geldi. Bir rüyaydı işte buda bitti...
Çocuk konuşamadı ‘neden’ dedi sadece ‘neden yıktın dünyamı, neden söylemedin’. Kız sustu, arkasını döndü, dayanamadı son kez sarıldı. Onun olmayan aşkına döndü arkasını. Bilinmez bir gecenin ortasında bıraktığı yerden devam etti acısına...

(P.S. Tamamen gerçek bir hikayedir)

1 Ocak 2011 Cumartesi

VE İŞTE 2010’NUN KAR-ZARAR TABLOSU
*2010’a girdiğimiz ilk gün bir arkadaşımın ‘undergraund’ dairesinde uyandım küçük bir minderin üstünde elektronik eşyalarımız vardı ama yatacak yerimiz yoktu. Aslı’nın aldığı pijamayla havaalanına gittim ne alaka demeyin İstanbul’a ilk geldiğimde 4 ay kadar havaalanında kaldım. İç hatalarda bu konudan başka zaman bahsedeceğim
*yılbaşını ve sevgililer gününü her sene olduğu gibi yine teke tek kutladım.
* Gökten Kenan İmirzalıoğlu yağsa bana İsmail Türüt düşeceğini çözdüm.
*şans eseri bir tiyatroya girdim. Ziyarette gitmiştim sahneye çıktım istek üzerine şimdi orda oyuncuyum. Sanırım başıma gelen en güzel şeylerden biriydi
*3 yönetmenle kavga ettim, birine çemkirdim. Oh canıma değsin.
*Mamma Mia’ya Türkçe sözler yazabileceğimi kavradım. Örneğin;
Mamma mia Allahım bu ne ya?
Mamma işte şimdi şıçtım
Mamma mia ben gelmem oraya
Mamma git başımdan ya
Ben kalbi kırık bir kuştum
Sen karga gibi uçtun vs vs. (müziğiyle söyleyin valla oluyor)
*Zelal'le sabaha kadar konusup neden süreki yalnız olduğumuz konusunda şu muhteşem teoriyi keşfettik. İnsanlara anne muamelesi yapıyoruz bu nedenle karşıma çıkan ilk insana 'sevvvvvv beniiiiiiiiii muhtacımmmmmmm sanaaaaaaaa sev beniiiiiiiiiii' diyeceğiz.
*boşu boşuna kalbini kırdığım 2 kişiyi geri kazandım.
*daha önce saf saf anlamadığım gerçekleri baaaam diye suratıma yedim.
*doğum günüm de bir büyük bir küçük rakı içip ilk defa böyle sarhoş oldum. Taksiciye ‘ abi be sağol hiç sarsmadın bazı ‘şöfer’ler var deli gibi sürüyorlar’ demişim. Akp binasının önünde de camı açıp ‘tayyip minik kuşum ‘ diye bağırmam çok tatlı bir hareket olmuş. Allah’tan hatırlamıyorum daha büyük rezillikleri de burada anlatmıyorum.
*bir koca sene de önce kominist bir kızı, sonra bir mafya anasını, sonra bir konsümatrisi aynı zaman da çocuk oyununda bir köylü kızıyla bir çifçiyi oynadım. Şizofrene bağlamaktan korkuyorum.
*kahve manyağı oldum.
*ilk görüşte aşık oldum sonra terk edildim ama olsun. Aslında tam olarak terk edildim mi bilmiyorum. Ben de ayrılmış olabilirim
*Aslı’yla birbirimizi yanlış anlayıp küstük sonra konuşunca da çok güldük
*Lunaparkta saçma sapan dönen bir şeye binip tepede kemerimin açılmasıyla ölüm tehlikesi geçirdim.
* pes oynamayı öğrendim, langırta sardım.
*yemek yapamadığımı anladım. Mantar yakabilen ilk gencim.
*nüfus kağıdımı önce Ankara’da unuttum sonra kavuştum iki gün sonra kaybettim. Nüfus müdürlüğündeki sarışın botoxlu salak kadınla sinir savaşı yaptım. Ah ah keşke dövseydim. Keşke beynine botox yaptırsaydı belki çalışırdı.
* Mersin’den İstanbul’a 2 valiz parfümle kaçakçı gibi geldim. Allahtan annem havacı yoksa şuan hapisten yazıyordum.
*şarabın shut yapılabileceğini öğrendim.
* Tarotlarımın gerçekten çıktığını bir kez daha anladım.
* Waffle’ın hızlı yendiğinde çok feci kafa yaptığını öğrendim.
*Sahilde bağıra bağıra şarkı söyledim.
*Aşk acısının sadece bir defa yaşandığının onu da yaşayalı çok olduğunu bir daha canımın yanmayacağını öğrendim.
*hukuka yatkın olduğumu talihsiz bir olay sonucu öğrendim. Şuan çoğu avukattan daha fazla bilgim olduğunun iddasına girerim.
*ilk defa çocuk oyunu ve şarkı yazdım.
*lisedeki edebiyat hocamın beni unutmaması şuan derki.com’da yazmamı sağladı.
* Kilo takıntımı atlattım. P.s. sizde 95 kilodan 50 kiloya düşseniz sizde yaşardınız.
*Çemberimde Gül Oya’yı 12. Defa 40 bölüm olarak bir daha bir daha izledim.
*En büyük takıntım olan KENAN İMİRZALIOĞLU’yla 5 defa karşılaştım.
*ilk defa 1 MAYIS, 1 MAYIS gibi kutlandı.
*Kart atmanın, mektup yazmanın kocaman gülümsemelere sebep olduğu öğrendim. Ptt’yle kanka oldum.
*Alican’la gece şarkı söylerken alt komşumuzla şu harika diyaloğu yaşadım;
Ding dong
Ben: buyrun
Komşu: kolay gelsin
Ben: sağol abi
Komşu: çoluğum çocuğum var benim
Ben: allah bağışlasın abi
Komşu: dalga mı geçıyosun
Ben: yok abi saygı sonsuz
Komşu: tövbe tövbe
*Bir yarışma programında kırmızı şapkamla program reklamına çıktım diye bütün aileden ve havaalanı mesuplarından ünlü olmuş muamelesi gördüm.
* Güvendiğim dağlara kar yağdığında amannnnnnnnnn boşverrrrrr demesini öğrendim.
*terk edilmenin ilham perisini etkilediğini fark ettim.
*Nur ile aynı ritm de dans edip klip çekebileceğimizi ama bunu teras gibi açık yerlerde yaparsak müzikten çok kahkaha duyacağımızı çözdük.
*hiçbir zaman annem gibi ev temizleyemeyeceğimi anladım. Cennet annelerin ayaklarının altında temizlik malzemeleri ellerinin içindedir.
*affedemem dediğim birçok şeyi affedebileceğimi. Affetmenin o saçma kişilik kitaplarında yazdığı gibi hafiflettiğini anladım.
Bunlar sadece hatırladıklarım Allah bilir daha neler yaşadım. Duruma bakarsak karlıyım gibi ama sanki biraz Polyanna’ ya bağladım. Utanmasam bir elimi kestiler ama bir tane daha var diyeceğim.
Amannnnnnnnnnnnn boşverrrrr
Ölümlü dünya 2011 sıra sende ama dikkat et ağzını burnunu dağıtırım hiç acımam
 :)