9 Ekim 2011 Pazar

kalbim'e...
Bir melek işliyor adını duyunca bir dantel gibi kalbimi, hissediyorum kaderimin üzerinde gezinen parmak uçlarını, bir kum parçası karışımı deniz ve uzakta bir yerde… Ve  kalbin değiyor avuçlarıma, beni bırakma…
Bir gün koşarak içeri girdim bir kapıdan, beni bilirsin hep acelem vardır bir yerlere. O gün koşarak girdiğim kapının ardında senin olduğu bilseydim daha hızlı koşardım. Seni gördüğüm günden beri içimden bir gemi geçiyor bütün karanlıkları yara yara… Demiştim sana bizim aşkımızın rengi mavi diye, evet sadece mavi bizi anlatabilir. Derin, sonsuz, berrak, duru, sonu görünmeyen ama sonuna hiç ulaşmak istemediğim, güneşin battığı, yakamozların sahile vurduğu… Sen benim okyanusumsun, kendimi özgür hissettiğim, istediğim her yere benimle gelebilecek bir avuç su. İçinde her baktığım başka şeyler gördüğüm, bütün bedenimi çepeçevre saran, yüzmekten yorulsam da bir gün boğulmayı göze aldığım bir okyanus.
Sadece bana özel. Ellerini, yüzünü, gözlerini, tenindeki her zerreyi beleğime tek tek işlediğim bir adam. Benden başka kimsenin göremeyeceği bir büyü bu, bütün sözcükleri aynı anda söylemek istediğim ama konuşamadığım bir büyü. Kalbine dokunabileceğim kadar şeffaf, bütün fırtınalarda göğsünde saklanabileceğim kadar sert bir adam. Görmediğimde bir parçası eksik bir yapboz gibi yalnız, döktüğüm bütün yaşların halatlar gibi ördüğü bir aşkın esas oğlanı.
İyi günde kötü günde derler ya bizim sustuğumuz zamanlarda Tanrı konuştu bizim yerimize. Çok kısa zamanlarda çok uzun acılar, mutluluklar paylaştık, anlamadan. Bu yüzden yazıyorum okyanusum, sırf bu yüzden hiçbir şey canımızı yakmasın diye, bizi yakabilecek her şeyi bir bakışta unutabildiğimizi hep hatırlayalım diye.  Gece uyuyamadığımda biliyorum sende uyuyamıyorsun, içimi bir sıkıntı kapladığında sadece sen oluyorsun aklımda, mutlu olduğunda yerimde duramıyorum ve ne zaman uyusam kollarının arasında her gözümü açtığımda hep aynı duayı ediyorum.
Cümlelerin anlamları değişti ne zamandır, cümleler mavi gökyüzü gibi. Anlamları gizli benim ve kalbim arasında…
Bir masal yazıyorum, öyle bir masal ki bu çocuk gibi uyuturum seni göğsümde ve aynı rüyayı görürüz seninle bir daha hiç uyanmamacasına…
Seni seviyorum…

SON'SUZ MASAL

Prensesler, beyaz atlı prensler, kötü cadılar, cinler, büyüler, şekerden evler ve her zaman yakut kalpler…
Bu kadar prenses içinde bir tek o, çocukluğumdan bu yana tek kahramanım oldu.
Pamuk prenses…
Çünkü o;
Annesinin kızıydı hep, annesinin istediği gibi,
Siyah saçları ve kahverengi gözleri vardı diğer prenseslere inat yani benden farklı ya da sizden farklı değildi,
Hiçbir zaman incecik olmadı, hep biraz dolgundu,
Babasının yeni kraliçesine öfke beslemedi hiç, hiç hesapta sormadı masalın herhangi bir repliğinde,
Kötü cadı bile içten içe sevdi onu eminim ama cadıydı işte, bir aynanın yansımasıydı en iyi arkadaşı ve prenses, hiçbir aynaya cevabını bilmediği sorularda sormadı,
Bir bakışı ve masumiyetiyle bir ölümü durdurdu avcı yüreğinde,
7 tane erkeğin; yemeğini yaptı, bulaşığını, çamaşırını yıkadı, onları eğlendirdi, ilgilendi, sevgilerini kazandı, her kadın gibi
Prense hiç yakın olmadı belki ama kendini unutturmayacak kadar da güzeldi ve hep özeldi,
İyi niyetini hiç kaybetmedi, yaşlı kadının uzattığı elmayı iştahla değil nezaketle kabul etti,
Yeryüzünde olması lazımdı camdan tabutun içinde ve nefes almasa da bir öpücüğü dünyaya bedeldi ve aşkın öpücüğü ona can verdi…
Benim için pamuk prenses inandığım bir ben, benim içimde ve mutlu bütün sonlara bir başlangıç hayatımda. Uyuyamadığım zamanlarda koyun saymaktan çok masalları canlandırırdım gözbebeklerimde. Hep aynı masal vardı aklımda, hala aynı masalı yaşıyorum.
Aşkın öpücüğüyle uyanmak bir uykundan ve gözlerimi kan kırmızı bir elmanın büyüsüyle kapamak. Camdan bir yatakta beklemek sonları, bir okun ucunda eğilmeyecek kadar güçlü, kabullenecek kadar masum olmak. Birine ihtiyaç duymadan yalnızda ayağa kalkabilmek. Kendi mutlu sonumu yazmak…
Pamuk prenses, sandığımdaki hikaye kitaplarım arasında tozlanmadan, mutlu sonuna doğru beyaz bir atın üstünde ilerlerken; bende kendi masalımın içinde büyüyorum. Masallar mutlu sonla bitmez hiçbir zaman, masallar son’suz hep.

KIZARMIŞ EKMEK

Yemek konusunda ne düşünürsünüz bilmiyorum ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı…
Kocaman bir masa düşünün şimdi. Sevdiğiniz herkesi yerleştirin, tertemiz masa örtüsünün etrafına. Herkes orada ama sevdiğiniz herkes. Kocaman bir güneş koyun gökyüzüne, tam şemsiyenin üstünde dursun bir de hafif bir rüzgar.  Hani sonbahar gelirken eser ya tatlı tatlı, sabahları esen seher yeli gibi öyle işte. 
Yumurtaları kırın bir yandan kızartın ekmekleri. Peynirler, zeytinler, anneanne kokan reçeller… Gökkuşağı gibi donatın masanın üstünü. Kurulun en başa…
Baksanıza etrafınıza nasıl mutlu herkes. Sahte ışıklar yok güneşin yanında. Nasıl bir iştahla bakıyor herkes masaya ve nasıl teşekkür ediyorlar gözleriyle size. Nasıl kalabalık etrafınız. Hissedin, bu kez yalnız değilsiniz o kalabalıklar içinde.
Sevdiğiniz adam getirse kahvaltınızı yatağınıza ya da zamanı olmasa bir sandviç yapsa size ama ekmeğin içini çıkarsa… Muhteşem geçmez mi gününüz?
Sevdiğiniz kadın bir sabah sizden erken uyanıp sırf siz seviyorsunuz en sevdiğiniz böreği yapsa; gülümsemez misiniz bütün gün?
Çocuğunuz odanıza girip öperek uyandırıp sizi, boyunun tezgaha yettiği kadar hazırladığı kahvaltıyı sunsa size; dolmaz mı gözleriniz mutluluktan?
Sizi bilmem ama ben ekmek kokusunu hiçbir yemek kokusuna değişmem. Ben küçükken büyük anneannem daha biz Beypazar’ a gitmeden başlardı yemek yapmaya. Gelin geldiği konağın en alt katındaki fırın, biz gelince durmadan yanardı. Sabahları anneanne kokan çarşafların kokusunun yerini ekmek kokusu alırdı. Bazlamalar, börekler daha neler neler. Sevdiğim herkes yer sofrasının başında, nasıl bir iştahla hem konuşup hem yerdik.
Fırınların önünden geçerken bile yavaşlatırım hala adımlarımı, sıcak ekmek alabilmek için erken kalkarım, akşam eve dönerken şans eseri ekmek sıcaksa koşarak eve giderim soğumasın diye…
Evlere yakın fırınlar yok artık, sepetler ekmek getirilmiyor da kapıların önüne siz en iyisi kızartın ekmekleri. Kızartın ekmekleri ki o harika koku sarsın sofranızı mutlu yapın kahvaltılarınız.

ÇIPLAK AYAKLAR

Günlerdir dönüp duruyorum evin içinde. İçimde bir sıkıntı bir boşluk… Bir şey eksik diyorum bir şey eksik. Üstümde bir alınganlık, bir huysuzluk. Peşime sinek takılsa bu sinek beni takip ediyor diye başlıyorum ağlamaya. Aynaya bakıp duruyorum, bir şey mi olmuş bana da ruhum bedenimden kaçmak istiyor. Neyin var sorularına hep aynı cevabı verir oldum, bir bilsem…
Sonra kafamı kaldırdım gökyüzüne ve başımı ne zamandır uzatmadığımı fark ettim mavilere. Çıkardım ayakkabılarımı çimlerin canını yakmadan yürümeye çalıştım. Toprak hoş geldin dedi sanki nerelerdeydin şimdiye kadar. İş, güç, koşturma, rekabet, inat, sıkıntı, kuruntu, faturalar, kitaplar, zorunluluklar, insanlar, önyargılar… Sus dedi toprak çıplak ayaklarınla özgürsün şimdi, ruhunu da çıkar şu kaptan çıplak bassın hayatın üstüne. Bak dedi etrafına, şu güneş dediğin şey parıldarken yukarda hangi karanlık gelebilir yanına ya da şu maviyi hangi bulut kapatabilir tamamen?  Bak benimle büyüyor ağaçlar ve ölüp gidiyorlar her kış ama ben inatla sabırla yine büyütüyorum onları. Onlar benim umutlarım, hayallerim onlar beni ben yapan her şey. Çiçekler işin eğlencesi baksana şunlara; rengarenk, gülümser gibi, rüzgarla sarhoş oluyorlar, şarkı söylüyorlar. Buz kesseler de soğuktan, tomurcuk veriyorlar yılmadan. Küsmüyorlar, bak şunlara sevdiğini affeder gibi affediyorlar koparılmayı eğer takılacaklarsa bir dilberin saçlarının arasına… Gülümsedim. Haklıydı toprak benim suçumdu baktığım şeyleri görmemek ve inanmak beşeri saçmalıklara. Küçük bir ekrandan bakmak dünyaya ve perdelerimi kapatmak güneş döndüğünde benden yana…
Giymedim ayakkabılarımı. Toprağa tekrar geleceğimi söyledim teşekkür ettim tekrar tekrar. Başladım yürümeye, başım gökyüzünde gözlerim maviliklerin içinde. Güneş dedi ki; ışığımı gönderiyorum herkese ama bakmıyor kimse bana. Şu kara gözlüklerini çıkarmıyorlar bir türlü hem korkuyorlar karanlıktan hem de aydınlıkta bile kapkara bakıyorlar etrafa. Yüzlerine bak dedi yüzlerine; neden gülmüyor kimse? İş, güç, koşturma, rekabet, inat, sıkıntı, kuruntu, faturalar, kitaplar, zorunluluklar, insanlar, önyargılar… Sus dedi güneş sus ilizyon değil mi bunlar. Beşeri ilizyonlar… Bir kere geliyorsunuz hayata ve tek marifetiniz yaşamak, peki neden ölmeden anlamıyorsunuz bunu? Neden sevmiyorsunuz kimseyi hatta en başta kendinizi? Boyunuzla, kilonuzla, yüzünüzle uğraşıyorsunuz, küçük sorunları büyük mutluluklara eş tutuyorsunuz? Sen dedi sen neden sevmiyorsun bu dünyayı, kendini? Ben dedim seviyorum aslında ama bazen çok yoruluyorum, bazen çok acıyor canım içim sıkılıyor. Güvenimi kaybediyorum insanlara, kimseleri sevemiyorum, sevildiğimi fark edemiyorum… Bak ne güzel kendi ağızınla söylüyorsun dedi nerde yanlış yaptığını. Biliyorsun, yüzleşiyorsun gerçekle, kabul et her şeyi ve başla en baştan. Neden koşuyorsun sonunu bilmediğin bu yolda, seni sevenlerin varlığını neden sorguluyorsun, sen neden nefesini tutuyorsun? Büyüdükçe küçülsün gözbebeklerin. Bebekleri gördükleri her şeyi mucize sanırlar ve haklılar, baktığın değil gördüğün her şey mucize. Kalbine inan, rahat bırak onu, gülümse…
Gülümseyerek başladım yürümeye. İnsanlara baktım, yüzlerine tam gözlerinin içine; onlarda bana baktı ama gözlerime değil çıplak ayaklarıma.

15 Şubat 2011 Salı

TANRI VE BEN

Tanrı, çoğu zaman küçük bir çocuktu bana bakarken ve ben hep yukarı doğru baktım onunla konuşurken…
Kendimi hep bir filmin içinde hissettim kendimi bildim bileli. Bazen başrol, bazen yan rol, bazen figüran ama hep filmin içinde. Masallara inanmam bundan belki hala ve hala umuduma sahip çıkmam. Dizlerim her kabuk bağladığında daha hızlı koşmaya çalışmak ve içimdeki geç kalmışlık duygusu…
Yaşamla ölüm arasında koşan, yürüyen, emekleyen insanlar.
Aşklarım hep savaş gibiydi. Yıkıcı, yok edici bazen soğuk bazen sıcak bir savaş. Kaybetmek bile hissetmemekten iyiydi çoğu zaman. Başkalarına bakıp onların haline üzüldüğüm oldu savaşımı yaşarken. İçindeyken anlamıyordum ama meğer onlarda bana bakıp üzülüyorlarmış aşklarını yaşarken…
Savaşlarımdaysa hep aşk vardı. Bağlayıcı, sahiplenici bazen tırmandığım bazen yere çakıldığım. Ertelemeden,sonu olmasa da hep ’başa dönmek pişman olmaktan daha iyidir’ mantığıyla… hala savaşıyorum yer değirmenlerimle, son nefesime kadar rüzgarın şiddetiyle dönecek yel değirmenlerim.
Bir yandan da şaşırıyorum, içimde durduramadığım bir iştah. Hep durmamı engelleyen bir ses.
Sevmeye çalıştığım her insan bir süre kaçıp gitti benden. Neden diye soracak zamanım bile olmadı. Zaten ne önemi vardı bir gidiş sırasında nereye gidildiğini sormanın? Benim sevmeye çalıştığım insanlar çok yaralıydı ben kendimi doktor sanıyordum. Kendi yaralarımı gösterirsem acıları azalır, yalnız hissetmezler belki diye. Şimdi dönüp baktığım da yaralarımın onları mutsuz ettiğini görüyorum. Ben onlara kendi acılarının ne kadar küçük olduğunu kanıtladım ve hala gözlerimle gülebildiğimi. Acaba kendimi de çok sevmeye çalışsam kaçar mıyım kendimden?
Kalp kaç kere çarpar? Ben şanslıyım bir defa öyle bir çarptı ki, deprem ruhumun fay hatlarını kırdı ve nasıl yapıştıracağımı giderken söylemedi. Söyleyecek sözü olmadığından gitmiştir belki.
Hissedebilmek bir daha, sonra bir daha, sonra bir daha…

Bir ayrılık sahnesinde yağmur başladı yaz ortasında sağanak hem de ben o zaman anladım, Tanrı gözyaşlarımı sakladı.
Sözün bittiği bir yerde hiç tanımadığım bir şarkı başlamıştı, melodisi iki kişiyi aynı yerde aynı zamanda aynı yerden yakan, Tanrı hiç istemedi o anı unutmamı.
Bir kavuşma sahnesinde ayrı yollara yürürken aynı anda koşmuştuk aynı yöne bir dakikada her yer güneş açmıştı gece vakti, Tanrı karanlıktan korktuğumu bilirdi hep.
Bir yalnızlık sabahında, sessiz bir Pazar gününde bir kedi çıktı yoluma beni dinledi, geldi sokuldu yanıma beraber denizi izledik, Tanrı kendimi duymamı istedi ben kaçarken kendimden.
Bir gidişti dönüşü olsa da, o yola çıkıldıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Camda en güzel yazıma el salladım, yazımın bütün armağanları dostlarım gözleriyle veda ettiler bana. Bir telefonda hıçkırık, camımın önünde gelebildiği kadar benimle gelen bir dost… Tanrı yalnız olmadığımı gösterdi ben yalnızlığa 14 saat uzaklıktayken.
Bir gece geç bir saate bir otobüs durağında iki kişiydik, birbirimize sarılıp belki hiç ağlamadığımız kadar çok ağladık bizden başka kimse yoktu yanımızda, etrafımızda olanlar dışında, Tanrı kalbimizi gösterdi bize biz hep biz kalalım diye.
Ve bir gidişte, bir buluşmada, bir sabahta, bir gecede, bir yaşama anında yaşadığımı görmemi istedi hep. Başıma gelen her şeyin bir sebebi vardı. Apaçık ortadaydı…
Gözlerim açıkken körebe oynamayayım daha fazla diye,
saklambaçlarda saklanmayı bırakıp ebe olmaktan kaçmayayım diye,
yakan topları tutamadığımda canımın yandığını, topları tutmaya çalışayım ki erken çıkmayayım oyundan, sonuna kadar, oyun bitene kadar koşayım diye,
bir varmış bir yokmuş değil hep vardı hep olacak diyeyim diye,
kendi filmimin ve tek kişilik dev kadromun başrolü olayım diye…

Daha yolu bile yarılamamışken şimdiden merak ediyorum göreceğim şehirleri, duyacağım isimleri, seveceğim insanları, savaşlarımı, aşklarımı, yeni kelimelerimi, oynayacağım oyunları, kendimden kaçıp kendimi bulacağım rollerimi, tanışacağım, merhaba diyeceğim her şeyi, yarın sabah havanın nasıl olacağını bile…
Belki daha erken ama ben geç kaldığımı hissediyorum. Yarın çok geç. Koşmam lazım bacaklarıma kramp girene kadar, nefes alamayıp durmak zorunda kalana kadar, dudaklarım susuzluktan çatlayana kadar. Bu geç kalmışlık duygusu belki her sabah gülümseyerek uyanmama sebep, Tanrı nefesimin armağanım olduğu hatırlamamı istedi her sabah.
Yarın yeni bir gün, yarın yeni kelimelerin sayfaya mürekkep lekesi olması, yarın yukarı doğru bakarken gülümseyeceğim bir an, yarın ve ondan sonraki bütün günler benim günüm…
Aynaya baktığımda küçük bir kız çocuğuyum hala…
Şerefine içelim yarınların…

9 Şubat 2011 Çarşamba

‘SONSUZ’ KONUŞMALAR

Hızlı hızlı Beşiktaş’a doğru yürüyorum. Geç kalmadım daha 15 dk var ama heyecanlıyım biraz. Hasan Bey’i ilk defa göreceğim.
Hasan Bey derki.com’un yöneticisi ve kurucusu yani yeniden yazmaya başlamamın sebebi. Aynı okuldan mezunuz, Toros Koleji ve aynı idolü paylaşıyoruz, edebiyat öğretmenimiz Türkay İçaçan. İkimizde hayatının yönünü değiştiren bir kadın, bir anne, bir öğretmen Türkay İçaçan. Bizde aynı şansı farklı zamanlarda paylaşan iki öğrenci. Türkay Hocamın tavsiyesi, Hasan Bey’in desteğiyle kelimelerim yine benimle.
Hasan Bey’i görürü görmez koşar adımlarla ona doğru yürümeye başladım. Elimi uzattım, gülümsedi ve bana sarıldı. Sanki her zaman yanında olan biriydi o. Muhabbet etmeye başladık. Sanki her gün oturup konuşuyormuşuz gibi, yabancılık çekmeden, açık ve net konuşmalar ve orta Türk kahveleri. Hasan bey konuştukça hiç bilmediğim bir dünyanın içindeydim sanki, hep duyduğum, inandığım ama uzağında kaldığım. Hasan bey bir işaretti sanki bana Tanrı’nın gönderdiği beni bana anlatan, hala insanların iyi olduğuna inanmamı sağlayan.
-o lensleri takma bence, kendi gözlerinin daha güzel gözüktüğüne eminim.
-annemin, anneannemin gözleri renkli benim koyu olunca genetik bir kaza olduğumu düşünmeye başladım. Gözlerde bozuk olunca yıllardır…
-kandırma kendini bu yüzden takmıyorsun sen o lensleri. İçindeki büyümeyen Melis’i kimse görmesin diye. Dışındaki kalkanı güçlendirmek için birazda ama rahat bırak kendini. Koruma altına aldığın senin ruhun, sensin baştan sona bence yakışmaz kaçmak senin gibi bir kıza…
Düşündüm haklıydı. İtiraf ediyorum haklıydı. Kendimi çıplak gibi hissediyordum onları takmayınca ve duygularımı saklamak için bir örtüydü. Korktuğumda yorganın altına saklanmak gibi…
Müzikaller, aşklar, hayat, insanlar, aileler, burçlar her şey hakkında düşündüğüm ama kelimelerle anlatamadığım ya yüklemi ya da özneyi bir türlü bulamadığın ne varsa anlatıyordu. Hayranlıkla izliyordum. Uzun zamandır kimse beni bu kadar yakından eleştirmedi bana.
-peki neden bu koşuşturma hali?
-geç kalmışlık duygusu içimde durduramıyorum bir türlü…
-daha 19 yaşındasın ve neler başarmışsın, yürümeye başla her şey yerli yerinde kaçmıyor hiçbir şey bir daha 19 olmayacaksın hayatını da yaşa, çalış elbet geliştir kendini ama 19 yaşında ol biraz…
-ben beklerken her şey kaçar diye korkuyorum. Gönül borcum olan sevdiklerim var onları gururlandırmalıyım. Kendime söz verdim ve geç kalırsam kendimi asla affetmeyeceğim.
-bak Melis sana bunu binlerce kez söyledim ve yine söyleyeceğim. Sen istediğin her şeyi yapacaksın hatta düşlediğinden daha fazlasını yapacaksın. Bana inan. Seni oyalamak için böyle bir şey söylemem ben sana ve kimse senden borç beklemiyor sen zaten onları gururlandırıyorsun bir bak yaptıklarına. Sözünü tutacaksın merak etme ama hayatını da kaçırma ne önemi kalır o zaman.
Yine haklıydı. ‘umarım’ dedim sadece umuyordum tüm kalbimle. Ben teşekkür ederim o zaman söyleyemedim biraz duygusalım biliyorsunuz başlardım ağlamaya. Ama artık takmıyorum perdeler gözlerimin önüne Türkay hocamda çok söylemişti ama biraz daha büyümem gerekiyormuş demek ki. Yazamaya devam ediyorum ve yazdıkça yazıyorum söylediğiniz gibi. Dünyayı değiştirmek için kendimi değiştirmeliydim haklıydınız. Yazarak, anlatarak, göstermelik değil gerçek olmak, tüm kalbimle inanmak zorundaydım. Bir kişiye bile yararlı olsam hedefine ulaşmaz mıydı yaptıklarım. Koşmuyorum artık gerçekten yürüyorum hızlı adımlarla ve her durduğumda daha çok zamanım var diyorum. Kitaplarımı da okuyorum, okudukça şaşırıyorum. Teşekkür ederim ‘SONSUZ’. Hayatımı yönlendirdiğin için. Türkay hocamın başlattığı senin ilerlettiğin yollarım için. Belki bir gün bende senin çocuklarına söylerim senin bana söylediklerini ve onlarda beni o masadan kalktığımdaki gibi hissederler kendilerini, tamamen yenilenmiş gibi…
Teşekkür ederim cümlelerin için…
Not: ilk ödül aldığımda sana teşekkür edeceğim sözümü asla unutmamJ

5 Şubat 2011 Cumartesi

TOPLANTI SALONU

Hazırlandım, çıkıyorum. Bir yandan da dua ediyorum. ‘Tanrım bak ne olur bu sefer bedeviliğim tutmasın, tutarsa da görüşmeden sonra tutsun. Tamam mı? Anlaştık mı?’.
Bir televizyon kanalının binasının önündeyim. Camda yansımama bakıp kendime ‘ay çok tatlıyım ‘ falan demeye çalışıyorum. Mantığım o anda şu böylece öz güvenimi tavan yapıp, konuştuğum herkesi etkileyeceğim. Danışmada ki kadınların beni ciddiye alması için biraz çaba sarf ettikten sonra yukarıya çıkmak için verdikleri o saçma sapan kartı boyuna astım. O nedir öyle ya ilkokulda silgi asarlardı ona da gıcıktım ben zaten. 2. Kata çıkacağım ama asansör gelmiyor. Belki çok önemli bir haberim var. Tüm ülke şaşkına dönecek. Asansör gelmiyor ama benim haber eskidi. Başka gazete çıkardı bile hakkınızı kaybettiniz hıh. Merdiven? Evet merdiven, merdiven iyidir hem spor olur. Tanrım ne kalabalık yer. Benim gözlerde iyice bozulmuş ya uzağı hiç göremiyorum bir ara ben göz doktoruna gideyim.
-iyi günler efendim ben Ceren Hanım’la görüşecektim?
-şurada bekleyin
-nerede?
-……
-afedersiniz Ceren Hanım’l….
-gelir birazdan
-pardon ben Ceren Hanım’la görüşecektim?
-Kim? Ne zaman? Ben bilmiyorum danışmaya sorun (habercilik arkadaşın ruhuna işlemiş)
Ben ortalarda saf saf dolaşırken, esmer genç bir kadın yanıma gelip;
-staj için mi gelmiştiniz?
-evet
-Melis’ti değil mi? Gel benimle Meliscim birazdan alacağız seni görüşmeye o zamana kadar toplantı odasında bekle olur mu? Bak şurası…
Gülümsedim ve toplantı odasına doğru başladım yürümeye. İçeride 4-5 kişi var. Staj için görüşmeye geldiler herhalde diye düşünüp girdim içeri, çektim sandalyeyi hop oturdum. Ay bir rahatlık bende bir rahatlık… Masadaki herkes bana uzaylıymışım gibi bakıyor, konuşmayı da kestiler, bunlar da biraz yaşlı gibi staja geç kalmışlar biraz kesin alındım ben derkeeeeeen acı gerçekle burun buruna geldim. Onlar stajer değildi. Hatta onlar muhabir de değildi. Yapım koordinatörleri ve haber müdürleriydi ve siyasi bir programın konularını oluşturuyorlardı. Ve artık ben ne desem boştu. Birden bir kahkaha koptu salonda ve ben şu harika cümleleri kurdum;
-şey ben staj için gö-görüşmeye geldim. Bana burada bekle dediler bende içeri girdim. Ben bilmiyordum toplantı yaptığınızı ama diyeceksiniz ki toplantı odasında başka ne yapılır? (kahkahalar yükselince) ben rahatsızlık verdiysem çıkayım?
-yok yok otur hahahaha bitti zaten hahahah
-……
Bütün kat yaptığımı öğrenince kapının önünden geçip geçip sırıtan insanlar topluluğunun arasında ‘Tanrım söz verdin ya hem hiç komik değil’ diye söyleniyordum. Annem hep kapıyı çalmadan dalma öyle içeri derdi ah annecim artık çok geç. Hem çıkarken bir görüşürüz bile demediler çok ayıp bence, teessüf ederim.