27 Aralık 2010 Pazartesi

yeni yıl mutlu olsun:)

Yeni yıl yeni yıl yeni yıl bizlere kutlu olsun:)
Bir rivayete göre yeni bir yılı karşılarken bitirilen yılı arkamızda bırakmak, dönüp bakmamak en iyisiymiş. Ben buna katılmıyorum ve eksiğiyle fazlasıyla 365 günde 52 haftada ve 12 ayda bana kattıklarına minnettar olduğum herkese yepyeni bir sayfa açıyorum.
Bütün bir yıl bundan önceki 19 yılda olduğu gibi yanımda olan, kıyafetlerini çaldığım, bir türlü evi onun gibi temizleyemediğim ve kazık kadar olsam da yanımda olmadığında seçim yaparken 45 dk sabit bir yöne baktığım, benim yüzümden tatsız tuzsuz yemekler yiyen, depresyonda olduğum için kendi doğum gününe gitmeyen, yatağımız yokmuş gibi koltukta ikamet ettiğimiz, kalorüferin ütüyle aynı işi yaptığını biraz önce keşfeden, ev arkadaşım,  yol arkadaşım, hayat arkadaşım, annem, BENGÜL KABAKLI’ya
Her sıkıldığımda bana ‘yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey varsa sabır kötü zamanlarda beni düşün dağılır’ diyen, sürekli gülümsemeyi başaran ve hep gülümsememi sağlayan, telefonda terapi yöntemini geliştiren ve psikologda çalışmak yerine gazete çalışıp bence milyarları ellinin tersiyle iten, minik kulaklı, minik ayaklı, muhteşem üçlümüzün 2 numarası, ablam, teyzem, dostum, EYLEM KABAKLI ÖZÇELİK’e
Her konuştuğumuzda sırtımı sıvazlayan, hep beni sevdiklerini ve benimle gururlandıklarını bana hissettiren, en büyük desteklerim, bana ördüğü bereler yüzünden elleri telef olan, dünyayı yesem de doyduğuma inanmayan, hala kucaklarında uyuyabildiğim, benden başka birini sevdiklerinde surat astığım için çocuk düşmanı olan dedem, anneannem, idollerim, aşkın tarifi AYŞEN ve METİN KABAKLI’ya
Bu yazıyı şuan okuyamasa da sevgisi kilometrelerce uzaktan saran ve her zaman beni koruyup kovlayan, yazmamı benden çok isteyen ve yazma sebeplerimden biri olan, TÜRKAY İÇAÇAN’a
Ortak alanımızı Türkay İçaçan’ın o muhteşem dersleriyle pişmek olan, beni tekrar kelimelerin sihirli dünyasına döndüren, ‘sonsuz’ kere teşekkür etmekten bıkmadığım, Phantom Of The Opera’da kesinlikle rol vereceğim, HASAN ÇELİKTAŞ’a
Hep farklı bakış açıları kazanmamı sağlayan, beni destekleyen, gülümsemesi hiç eksik olmayan, köpükten her şeyi yapabilen, hem abim hem arkadaşım olan, tanıdığıma hep çok memnun olacağım, bana çok şey öğreten, tökezlediğim anlarda hep yanımda olan, benim gibi deli, benim en sevdiğim deli ARARAT MOR’a
Bütün bir yaz bır bır bır konuşmama rağmen beni inatla dinleyen, her zaman yanında olduğunu hissettiğim, eminim bir daha benim alışverişe çıkmayacak olan, belgesellerimin tek konusu, kızınca beyaz peynire benzeyen, bacağımı sakatlasa da asla kızmadığımJ, mobidik’im, abim, dostum, ZEKİ AYAN’a
5 senedir bir türlü bıkmadığım, evrimini desteklediğim, aşiretlerinde bana yer açan, ‘sihirli değnek’ini kullanmaktan çekinmeyen, yerin altında bir o kadar daha olduğuna emin olduğum, bir senede hem sarışın hem esmer bomba olmayı başaran, cola ve sütlü çikolatayla hayatını devam ettiren, aşık olmayı bir türlü beceremeyen, terası temizlememesi sonucu simsiyah olduğumuz, kıck box yapacağım diye beni yumruklayan, yumruğundan büyük bir kalbi, akıllara zarar bir aklı, vazgeçilmez bir dostluğu olan ,ahretliğim, kardeşim, ZELAL AKGÜL’e
Dal gibi olduğunu bir türlü kanıtlayamadığım, bir fotoğraf makinasından dünyayı gören, internet özürlü olduğumuzu aynı anda anladığımız, sadece muhabbetimizin radyo programı olduğunu, kahkahamızı ne olursa olsun kesilmeyeceğini bu sene daha çok anladığım, ‘şu mağazaya bakıp çıkacağım’ birbirimize söylediğimiz tek yalan olan (çünkü o mağazada hangisi diye   hepsini geziyoruz), gossip gırl ortağım, aynı olaya aylarca gülebildiğim, bahtsız bedevide olsak amannnnn boş ver deyip yürümeye devam ettiğimiz, kahve markası olacağımıza artık emin olduğum, bir senede partiye de, okula da, adliyeye de, ağlamaya da, gülmeye de beraber gittiğim, kardeşim, miniğim, edie’m, ASLIHAN SEVER’e
Yaşadığı her anı gerçekten yaşayan, film izleme ortağım, 5 senedir büyürken kalbini de büyüten, her gün fal bakıp halimize güldüğümüzü, terasta  hazırladığımız krografileri mersin halkına büyük ustalıkla tanıttığımız, en kısa telefon konuşmamız 2 buçuk saat olan, çocukluğunu buz dolabında geçirmesine rağmen sadece kendisi değil ailesi de fırın gibi sıcacık olan, her hüzünlenmemizin 10 dk sürdüğü, Burhan Altıntopla Makbule karışımı, hayat çizgimin aynı şekilde seyrettiği, soyadını bir türlü söyleyemediğim, kardeşim, arap’ım, Esmeralda’m, NUR KASHLOK’a
Sahnede, evde, hayallerde ortağım olan, ağlarken ceketinin bir tarafını sırılsıklam yaptığım, evi beraber temizlemeye çalışıp bir türlü başaramadığımız, Grease’i izleyip sabaha kadar dans ettiğim, şarap’la baileys’i karıştırıp 4’e kadar şarkı söylediğim ki en son rap yapıyorduk, çok zor zamanlarımda yanımda olan, çok güldüğüm, çok kavga ettiğim, çok çalıştığım, narsist, benim disko kralım, can can’ım, ALİCAN ERSOY’a 
Şarabın shut yapılabileceğini beraber keşfettiğimiz, bana evini açan ev arkadaşım, küçük kopyam, hayatını sağlam temeller üzerine kuracağına emin olduğum, waka waka dansıyla yemek yapabildiğim, alışveriş sepetlerimizin içeriğinin farklı olması saatlerce geyik yapma sebebimiz olan, hanım hanımcık gözükse de benim gibi içinde bir çingene yatan, kujenim, ev arkadaşım, minik kopyam, DERYA ÖZTOL’a
3 senelik ev arkadaşım, karanlıkta korkup beni bırakıp kaçan, içip içip kendi üstüne kusan, her sıkıldığımda beni gezdirmekten bıkmayan, gece kalkıp çikolatalarımı yiyip kaplarıyla yerine koyup sabahları evde terör estirmemi sağlayan, kalbimi kırdığı için çiçeğini çikolatası alıp gelen, her gol olduğunda beni kafasının üstünde gezdirmeyi başaran, Hugo kılıklı, tango, salsa, rock’n roll ve ankara havasını üst üste oynayabilen, Taksim’de kameralara yakalandığım, ‘sen eve git ben ÖSS’ye girip yarım saate gelirim’ şeklinde ki harika cümlenin mimarı, bir dargın bir barışık uzatmalı tontişim, EFE YAŞA’ya
Waffle’ın insanı sarhoş ettiğini beraber keşfettiğimiz, benim kırmızı eşofmanımın en çok yakıştığı insan, bir tencere makarnayı gözümün önünde yiyen, tanıdığım tek playboy J, İstanbul’u ve Mersin’i sanki toplu taşıma aracı yokmuş gibi yürüyerek turladığımız, bebek yüzlü şeytan, alnımı en çok hatta tek seven kişi, (anneciği harika börek ve kek yapıyorJ), pamuk kalpli, pamuk yanaklı, miçem, MELİH ARTAÇ’a
Sabahlara kadar hiç sıkılmadan muhabbet ettiğim, kahveleri arka arkaya içtiğim, her şeyden konuşup her şeye güldüğümüz, hep gülümseyen, hep yanımda olan, Tango yüzünden yanımdan sandalyeyle sürüklenen, gördüğüm en tatlı Fransız GÜL FULYA AKYOL’a ve gitarla harikalar yaratan, bebek yüzlü, çocuk kalpli, MUSTAFA AKYOL’a

Üstünden zaman geçse de dostluğun eskimeyeceğini bir kez daha kanıtlayan, ayrı yollara gitsek de kalbimizin bir olduğu;
Çirkin sevgili kavramının seviyesini yükselten, bahtsız bedevim, reenkarnasyon düşmanı, Şebnem Ferah konserinde bütün şarkıları beraber söylediğim, karışık, KAAN ÖZPAY’a
Dışı çok sert, içi yumuşacık yani fırından yeni çıkmış ekmek gibi, alayına isyan sözü hayat felsefesi olan, beni havuzda boğmaya çalışsa da benden kurtulamayan, bitanecik leşim, GÜVEN KINALI’ya
Ayrılsak ta beraberiz kavramının en açıklayıcı şekli, kimsenin başaramadığı bir şeyi yapıp iki farklı görüşü birleştiren, iki kocaman dev adam, kalpleri de kendileri gibi yoldaşım DİRENÇ TUNA’ya (bir de ablası deli fal bakıyor), kutup ayıcığım ERHAN YÜREK’e
Kendisinden tanımadan önce gıcık kaptığım ama tanıdıkça çok çok sevdiğim, edebiyatı poker oynar gibi anlatarak eğitimde çığır açtığım, çift dikiş mantığının daimi üyesi, ‘ekmeğiiiiiiiiiiii bıraaaaaaaaaaaaak’ (yemek konusunda çok hassasJ), poker deyince akla her an onun adı gelir, SERGEN ADAK’a
Tiyatro sahnesinde yorulmadan çalışmamın en komik sebebi olan, en sevdiğim Hacivat tipi, ağlamam gereken her yerde yüzünü gördüğüm anda gülmeye başladığım, yanımda kala kala benim gibi konuşmaya başlayan ve fark etmeden bana çok şey öğreten CİNK ŞENGÜL’e ve Keloğlanı sırma saçlı sevdirebilen, oyundan sonra çocuklara saçma sapan öğütler veren, mavi kalemli bol allıklı, gözlerinin içi gülen REMZİ AKSOY’a
Ve sevdiğim herkese ki isimleriniz tek bir yazıya sığmayacak kadar çok, kalbimde hepinize binlerce teşekkür, binlerce yer var…
İsmini saydığım bu sene hayatıma giren, her sene hayatımda olup bu senede hayatıma güzellik katanlar…
Yeni yılınız hep mutlu olsun, acılarız yemeklerinizin baharatında olsun,
kalbiniz çocuk masumiyetinizin tek dergahı olsun,
içiniz her bahar, dışınız kışın soğuğuna göğüs gerecek kadar sert olsun,
 aşk hep hayatınızda, ayrılıklar kısa yolculuklarınızda olsun,
hayat su gibi değil sel gibi oluk oluk aksın, sevdikleriniz hep yanınız da olsun…
yeni yıl yeni sayfalarınız olsun ve hep ben hep yanınızda olayım J
2011 Melis’siz olmaz olursa sıkıcı olur, şaka yapmıyorum valla ya bir düşünün benim olmadığımıJJ
YENİ YIL YENİ YIL YENİ YIL BİZLERE KUTLU OLSUN:D

25 Aralık 2010 Cumartesi

SİMURG'UN KANATLARI

İnsan fizyolojisinin anlaşılmaz birçok yanı var ama bence en anlaşılmaz tarafı kendimizi sürekli yeniliye bilmemiz. Her sorundan, acıdan, tecrübeden sonra içimizdeki garip sızı, can yakan kalp ağrısı geçer geçmez eski halimizden daha güçlü, bir parçamızı kaybetmiş ama yerine yeni parçalar ekleyerek yolumuza devam ediyoruz. Sanırım masallarımızın Simurg Anka’sı ruhumuzda hiç bilmediğimiz tenha köşelerde gizleniyor.
Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş...
Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.
Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.
Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.
Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp;
Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş(oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış);
Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış;
Baykuş yıkıntılarını özlemiş,
Balıkçıl kuşu bataklığını.
Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi "şaşkınlık" ve sonuncusu Yedinci Vadi "yok oluş"ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş... Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Simurg'un yuvasını bulunca öğrenmişler ki;
"SİMURG ANKA - Otuz Kuş" demekmiş.
Onların hepsi Simurg'muş.
Her biri de Simurg'muş.
Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yok oluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız demişler…
Tanıdık değil mi?
Acılar, hüzünler, engeller, hayal kırıklıkları, zamansızlıklar, ayrılıklar yaşadığımız her acı yolumuzdan sapmadıkça, bıkmadan usanmadan yürüdükçe, yaşanılanı yaşadığımız yerde bırakmayı uçsuz bucaksız gökyüzüne gülümsemeyi öğrendikçe sel gibi değil, yel gibi geçmez mi?
Hayat zaten böyle değil mi?
Nefes aldığımız ilk günden beri kocaman bir dönme dolaptayız. Bazen ayaklarımız yerden metrelerce yukarda, sanki yıldızlara, güneşe elimizi uzatsak tutabileceğimiz kadar; bazense yere çok yakın, uçurumun tam kıyısında korumasız hissetmez miyiz?
Dönme dolabımız bizim yollarımız, kötü olayların sonucunu bağladığımız kader değil yol arkadaşımız…
Hayat dediğimiz Havvakızlarına, Ademoğullarına verilen en büyük meziyet değil mi sanki. Alabildiğine mavi, sonsuz bir çatımız, derin derin soluduğumuz içimize hapsettiğimiz nefesimiz, yumruğumuz kadar olsa da içine bir ömür sığdırdığımız yüreğimiz ve en önemlisi hayallerimiz var. Olsun yada olmasın ne fark eder, bacaklarımız yorulsa bile kalbimizle aklımızla koşabileceğimiz hayallerimiz var. Hem yakışır mı bizlere çakılı kalmak kendi ördüğümüz duvarların ardına, yolumuzdan döndürmeye çalışan her şeye boyun eğmeye yakışır mı Kaf Dağına ulaşmadan pes etmek bize?
Doğduğum günden beri beni koruyan bir melek olduğuna inandım. Her istediğimi yapabileceğime, her engeli aşabileceğime, öldürmeyen acının güçlendireceğine… Büyüdükçe gördüm ki içimdeki kuşların kanatları, ben başımı eğmedikçe, hayat bana acıklı filmler izletse de filme kapılmayıp filmle dalga geçtiğim sürece, ‘her minnet kabulüm yeter ki gün eksilmesin penceremden’ dedikçe kanatlarım Kaf Dağının en tepesine yükseliyor. Büyüdükçe görüyorum ki kedime acımayacak ve kendimle gururlanmayacak kadar ‘BEN’im artık ve hala masallara inanacak kadar, hayallerime sığmayacak kadar çocuk… Biliyorum Kaf Dağına ulaşana kadar hiç yaşlanmayacağım.
Rivayet olunur ki; Simurg Anka’nın gözyaşları her yaraya merhemdir. Simurg yandıkça doğar, doğdukça yanar. Simurg alevden korkmaz bu yüzden, bilir kül olmak değil hiç yanmamak yakar aslında…
Ve umarım vadilerin üzerinde uçarken kendinize bahaneler bulmaz, asla yılmaz, karşınıza çıkan her mutluluğu sonuna kadar korkmadan yaşar, her şansı kalbinizle görürsünüz. Kötü olan her şey mi? Unutun onları çünkü Kaf Dağına vardığımızda Simurg'un yuvasını bulunca öğreneceğiz ki;
Simurg Anka-30 kuş demekmiş.
30 kuş kanatlarımızın içindeymiş.
Onların hepsi Simurg'muş.
Her biri de Simurg'muş
Ve Şimdi kendi gökyüzümüzde uçmak zamanıdır...

23 Aralık 2010 Perşembe

SANAL DÜNYANIN PİNOKYOLARI

Yaşarken ne yaşadığını fark etmezmiş insan belki bundandır bu kadar çabuk tüketilen hayatlar. Sadece hayatı değil elimize geçen her şeyi sonuna kadar sömüren bir yığın halini alıyoruz çoktandır. Duygularımız yok gibi ama çok paylaşımcıyız. Özelimiz yok ‘yiğidin malı meydandır’ düşüncesi sözümüzde değil ama kesinlikle özümüzde. Acılar, sevinçler, ilişkiler, hayaller, yaşamlar basit bir düğmenin ucunda düğümleniyor. Konuşamasak da yazıyoruz bilinçsizce…
Doğumlar, ölümler, bitişler, başlangıçlar, söylemekten bıkmadığımız hatta birinin gözlerinin içine bakarak söyleyemediğimiz her şey, eğlencelerimiz, yaptığımız işler, isyanlarımız hatta davalarımız sosyal paylaşım sitelerinin göstermelik paylaşım sayfalarında…
Peki nereye kadar?
Bu yaşamları kolaylaştırmak hevesi neden?
Türk filmlerinin tadı yok artık aşklarda… Genç adam delice kıza aşıktır. Kızda adamı sever ama ayrı dünyaların insanlarıdır onlar. Araya insanlar, yalanlar girer. Acı çekerler karşılıklı ama bilmezler sadece hissederler ve filmin iyi kalpli yan rolü onları bir araya getirir. Bir ömür boyu mutlu yaşarlar.
Gerçekçi mi? Hayır…
Sahte mi? Hayır…
Aşkın ne olduğunu bilmeden, bir eşyayı seçer gibi yaşanılan, bıkılınca çöp poşeti olmadan kapının önüne konulan, yaşarken tapılan bitince yerin dibine sokulan, ömrü pastörize sütün raf ömründen kısa olan ve her insanda aynı hissi uyandıran… Aşkın adını kirleten ana sayfalarda hiç okumadıkları yazarların, şairlerin yazılarıyla dizeleriyle anlatılan ‘ki sanmıyorum gerçekte orada neler yazdığı anlaşılsın’ birkaç beğeniyle adresine gönderilen bu fast food aşklar…
Başın sağ olsunlar, iyi ki doğdunlar, iyi bayramlar, seni seviyorumlar, özür dilerimler… Hangi sanal dünyanın klavye yazısı sımsıkı bir kucaktan, gözlerin içine bakarken kalbine dokunmaktan, omzunda güçlü bir elden, kocaman bir gülümsemeden daha gerçektir?

Hep olmak istediğimiz ama kendimizce nedenlerle başaramadığımız bireyler olmak… Belki de tek nedeni bu. İstediğimiz karakterler, istediğimiz vücutlar, istediğimiz meslekler, elde edemediklerimiz, elde etsek de güvenemediklerimiz…
Girintisiyle, çıkıntısıyla biz…
Dev aynalarıyla baktığımız kendimiz, gerçek aynada gördüğümüz eksikler…
Hepimiz kahraman olmak istiyoruz. Mükemmel olmak. En olmak. Farkında olmadığımız tek şey bu ‘en’ yoktur. Eğer en olsaydı her yıl dünya güzelleri şeçilmezdi, olimpiyatlar yapılmazdı, ödül sahipleri değişmezdi. En güzel aşk, en güzel kitap, en güzel şarkı yoktur. Sevdiklerimiz ve sevmediklerimiz vardır. Kurduğumuz hayaller ve emek verdiklerimiz vardır. Biz onlardan vazgeçeli en olmak çıktı ortaya, hayranıyız beyaz camda gördüğümüz her surata, bizden çok şey bilen, daha çok parası olan her insana. Bizim yapamadıklarımızı yapıp emek veren cesur olan her insana…
Bizimse sanal bir dünya da bize ait ama herkese açık ahkam kesebileceğimiz sayfalarımız var. ‘Sevdiğimiz her şeyi paylaştığımız’. İçimizdeki dünya öyle küçük ki sevdiğimiz şeyleri sığdıramıyoruz. Sevgimizi paylaşamıyoruz artık ekmeğimizi paylaşamadığımız gibi ‘en ‘iyisine sahip olamadığımız gibi…
Yalan söylemek ayıptı bir zamanlar ‘pinokyo’ vardı. Onun burnu uzardı her yalan söyleyişinde, tahtadan da olsa kocaman bir kalbi vardı. İnsan olduktan sonra başına neler geldi bilmiyorum çünkü benim gördüğüm hiçbir yalancının burnu uzamadı ama doğru söyleyenin köylerden nasıl kovulduğu gördüm. Sanal dünyalarınıza bir bakın sonrada aynanıza burnunuz ne durumda?



MUTLULUĞUN RESMİ

Kim söylemişti bilmiyorum…
‘Üzüntülerimiz mutlu günlerimizin değerini anlamak içindir…’
İnanası gelmiyor insanın. Üzüldüğümüzde hep aynı şeyi şeyleri düşünürüz çünkü ‘bundan daha kötüsü olamaz’mış gibi, ‘bir daha asla eskisi gibi mutlu olamayacak’mışız gibi, hatta sanki ‘hiç mutlu olmamış’ gibi…
Yalnızlaşmanın, uzaklaşmanın, konuşmamanın yaygınlaştığı şehirlerin ; yalnız, uzak, dilsiz kadınları ve erkekleri olmaktan alıkoyamıyoruz kendimizi. Üzüntüler paylaştıkça azalır ama üzüntümüzü paylaşacak dost bulamayacak kadar yalnız, anlatamayacak kadar dilsiziz son yıllarda. Önceden başkalarına verecek çok aklımız vardı ‘kendi söküğümüzü dikemesekte’ şimdilerde sağırız hepimiz. Metropol yaşamları, çocuk sesi olmayan sokaklar, insan görünümlü duygusuz çalışmaya, kazanmaya, hırsa, hep daha çoğunu istemeye, yıkmaya programlanmış robotlar,  fast-food hayatlar, aşklar, yemekler… Konuşmaya, anlatmaya, yazmaya, kafamızı kaldırıp etrafımıza bakmaya, baktığımız her şeyi ‘görmeye’ mecalimiz yok. Çok yorgunuz yoğurulmaktan yel değirmenlerinde…
Karşılık bekler bir halimiz var her şeyden. ‘Ben seni seviyorum acaba sende benim seni sevdiğim kadar çok seviyor musun?’ Ne yaralıyıcı bir tablo… Nerde hata yaptık, U dönüşlerini hangi yollarda kaçırdık, pusulalarımızı hangi yaşımızın masumluğunda bıraktık?
Annemize, babamıza vermediğimiz sevgiyi, saygıyı ‘ast’larımıza, ‘üst’lerimize hatta kim bizi daha çok yaralarsa, bıçağı daha derine kim saplarsa ona gösteriyoruz. Kocaman kalplerimiz yok artık bizim, kalplerimiz evlerimiz gibi 1+1. Bir kişiyi bile doğru dürüst sevemezken, sevgiyi; stratejik planlarla ‘kendimizi koruma altına almak’ adı altında sömürüyoruz. Sevmiyoruz, bizi sevenleri soyutluyoruz kendimizden. Aman yanlışlıkla mutlu oluruz, ömrümüzün sert dönemeçlerinden birinde…
 Kendimizi düşündüğümüz kadar düşündüğümüz kaç insan var saysak?
 Arkamızı dönsek hayatı karşımıza alıp kaç kişi duruyor orda?
Kaç gülen yüz, bizi tutmaya hazır kaç el?
Dönüp baktığımızda gördüğümüz kırık tebessümleriyle, kırgın ama anlayışlı yüzler ve o çok değer verdiğimiz yaban-cılar çoktan çekip gitmiş oluyorlar birer birer….
‘Günaydın’ bile demiyoruz her gün gördüğümüz alt komşumuza, bakkal amcaya ‘tabi eğer bir                  süp-ürmarket süpürmemişse’, bindiğimiz otobüsün şoförüne, güvenlik görevlisine hatta çoğu zaman suratlarına bile bakmıyoruz.
Herkes mutluluğu aramanın peşine düşmüş halbuki Abidin Dino çizmişti birkaç boyayla Nazım Hikmet’in satırlarına. Keşke bir kağıt parçasına çizseydi de alıp taşısaydık yanımızda ya da keşke herkes onlar gibi cesur olsalardı da kalpleri doldurdukları kinin, nefretin yerine çizebilselerdi mutluluğun resmini.
Biz beynimize de kalplerimize de aldatılmışlığın, yalanın, yalnızlığın, acının resmini çizmiştik yer kalmamıştı mutluluğun resmine…
Nazım isteseydi çizmemi annemi çizerdim. Huzurlu, mutlu, sakin bir deniz kıyısında yanına sevdiğim herkesi. Yüzümüzde alıntı yapılmamış, sahteleşmemiş bir gülümseme, güneş doğmak üzere sanki her karanlığı boğarmışçasına.
‘Eski güzel günler’ der anneannem; ‘siz göremediniz yazık’ der. ‘O zamanlar dostlar dosttu, düşmanlar dost, yar aşktı, aşk aşktı, insanlar insandı. Bilirlerdi yaşamak için gönderildiklerini yaşarlardı severek her şeyi…’
Dönüşü yoksa artık hiçbir şeyin, çizemeyeceksek resmini eski mutlu günlerin;
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
Yalnızlığın tam üstüne…
‘BİZ TARİHİN ORTANCA ÇOCUKLARIYIZ NE BÜYÜK BUHRANI GÖRDÜK NE DE SAVAŞI… BİZİM SAVAŞIMIZ HAYATLARIMIZ EN BÜYÜK BUHRANLARIMIZ KENDİMİZ…’

Kaybolduğu düşünülen bir nesil..
80 sonrası bir iç yıkımın ölü çocukları…
Canları yanmasın diye düşünmekten uzak, fikirsiz, suskun, hayatın akışının içinde dünyanın dışında.
Bir ülkenin yarattığı ama sahiplenmediği hatta çoğu zaman sebep gösterdiği halkın uyutulduğu yalanlara.
Peki ne kadar doğru bu?
Bizi yok ederken kendi deyiminizle sizde yok olmadınız mı hiç?
Bir şeye inanmak çok mu gerilerde kaldı?
Geçmişte mi hesapları böl’üp parçala’yıp yok edilen düşünen sorgulayan insanların inançları?
Duymaktan vazgeçen biz değildik hiç duymadık çünkü bizim duyduklarımız padişahların saltanatıydı sadece ve tarihte yaşanan hiç bir kayıp bizim suçumuz değildi. Kazananların suçuydu eğer kazanan biz değilsek ve kahramanlardı bize anlatılan hikayelerin başrolleri.
Neden diye soramadık biz her sorduğumuzda ağzımıza karabiber süren, kolay kahramanlar vardı yaşımız kaç olursa olsun ve simdi biz büyüdükçe sorular hafızanın bir yerinde dilimizin ucunda sesimizin uzağında kaldı.

Bir ülkenin ıssızlık sınırından daha önemliydi artık şarkıcı dedikoduları,
Töre diye görenek diye gencecikken  hayatına son verilen yaşamaya hakkı olmadığı gibi okumaya, yazmaya, seçmeye hakkı olmayan binlerce kız çocuğundan daha önemliydi futbolcuların, mankenlerin yozlaşmış hayatları,
Emekli olmuş diye hayattan emekli edilen, devletine hizmet ettiği için devleti tarafından açlığa, yalnızlığa, hastanelerin kalabalık koridorlarına veya gecekonduların soğuk duvarlarına hapsedilmiş, asgari ücretle ‘ki asgarisi astarını kurtarmaz yaşatmayan fakat öldürmeyen de’ nasırlı elleriyle hayata tutunan insanlardan daha önemliydi köşe dönme hesapları, yetmiyordu binler milyonlar sıcak apartman dairelerine,
Okumayı öğrendiği gün kardeşliği, arkadaşlığı, paylaşmayı, yaratmayı öğretmek yerine tüketmeyi, savaşmayı, rekabeti öğrettiler çocuklara. 120 dakikada hayatlarını kurtarsınlar diye hiç top oynayamasınlar, sokaklarda hiç ‘küçük kara balık’ okuyamasınlar, çocuk olamasınlar diye. çocuk gibi görünen küçük adam ve kadınlar ve eğitim dediler bu sisteme çünkü daha önemliydi dönmesi gereken çarkların o büyük dişlileri,
Komşusu açken yatamayan bir toplumu, bildikleriyle karşındakini yermeyen karşısında kim olursa olsun anlatmak isteyen ‘ki anlamadılar çoğu zaman’, evliliğin Tanrı önünde söz vermek ve sevmek aşkla yanında olmak, birlikte yaratmak, biz olmak olduğuna inanan, takdir etmenin kıskanmak olmadığını bilen bir toplumun geleceğinden daha önemliydi büyük patronların beyaz camdaki çekişmeleri, işporta ağızları aleladeliği
ve ne yazık ki daha bir çok sebep var sayacak…

Kalabalık sofralarda konuşulurken siyaset, ülkesini güzel günlerde düşlemiş insanlardan biri ‘Bu nesil antisiyasi, antipolitik değil çok şey biliyorlar bizden çok düşünüyorlar biz bilmeden bildiklerimize inandık. İnandık harikalar diyarına, kanatlarımız olduğuna ama bakıyorum ki bu nesil bizden daha akıllı daha zeki çok daha fazla şey başarabilir. Onlar dünyayı tanıyorlar. Biz kendimizle ülkemizi aynı anda kurtarmaya çalıştık, onlar önce kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar. Gözleri açık. Kaybettikleri tek şey güven, inanç ama yine de elimde olsa hepsine kanatları olduğunu göstermek isterdim. Uçabilsinler gökyüzünün en son katmanına kadar…’

Kanatlarım zihnimin her yerinde uçmaya hazır simdi…
Sizde hatırlamaya çalışın bir zamanlar nasıl bir aşkla okurdunuz o güzel şiirleri, anlamak, okumak için yarıştığınız o sözleri, sayfaları, buna da şükür dediğiniz sofraları, olanı olmayanla paylaşmayı hatırlayın ki anlatın bir tarih daha ölü çocuklar doğurmasın diye… Birini bir eşyayı bir ülkeyi  herhangi bir şeyi sevmek nasıl bir şeydi?...
Sevmek nasıl bir şeydi….